Orhan Pamuk, ‘Beyaz Kale’ adlı bu romanında Venedikli köle ve Osmanlı hocanın ilk karşılaşmalarından başlayan ve kimlik arayışları ile devam eden etkileşim süreçlerini,  köle ve hocanın yer yer insani yönleri temele alınıp somut olarak, bazen de farklı sembolleri temsil eden figürler olarak görülüp alegoriksel biçimde ele alınarak birbirleri üzerinde üstünlük kurmaya çalışmalarını ve onlar-biz, doğu-batı çatışmasını tarihsel bir fonda vurgulamıştır.

Romanda ana tema olarak ağırlığını hissettiren hoca ve Venedikli kölenin karşılaşmalarının karakterler üzerindeki yarattığı yoğun etki, hoca ve kölenin kimlik arayışları ve ben kimim sorgulamalarıyla başlayan birbirlerine dönüşüm hikayesinin altyapısını oluşturmuş ve bu duruma zemin hazırlamıştır. Hoca ve kölenin ilk karşılaşmalarında aralarında yaşanan korku ve şaşırma duygularının altında yatan faktörlerin tek bir nedene bağlanamayıp çok bileşenli bir yapı oluşturduğunu şu argümana dayanarak iddia edebiliriz:

Kölenin hoca ile ilk karşılaştıklarında ikisi arasındaki benzerliği görmesinden dolayı duyduğu korkuyu, hoca ve köleyi iki farklı kültür veya karakteri ifade eden semboller olarak düşünürsek makro ölçekte iki farklı kültürün ve medeniyetin karşılaşması mikro ölçekte ise bireyin öteki yüzünü görmesi, içindeki iki karakterin karşılaşmasından duyduğu ürküntü ve korkuya neden olarak düşünebiliriz. Hoca ve köle, bu ilk karşılaşmalarından sonra ikisinin de hayatının rotasını değiştirecek ve bu değişim sonucunda hoca ve köleyi karakterlerinin birbiriyle iç içe geçtiği bir dönüşüme uğratacak etkileşim sürecine girmişlerdir. Bu etkileşim sürecinin hoca ve Venedikli köle üzerinde yarattığı yoğun ve sarsıcı etki köklerini Orhan Pamuk’un romanda belirttiği “önceden belirlenmiş bir hayat olmadığı”, hayatı belirleyenlerin eylemlerimiz ve seçimlerimiz olduğu yargısından almaktadır. Buna paralel olarak, romanın başında Venedikli kölenin “önceden belirlenmiş bir hayat olmadığını” belirtmesi, bizim kişiler ve kader hakkındaki yargılarımızdaki göreceliliği gösterir ve efendi ve kölenin arasında bir sınır olmadığını, karakterlerin birbirleri arasındaki geçişgenliğinin mümkün olduğunu belirterek  köle ve hocanın birbirlerine dönüşümlerinin mümkün olduğunu ortaya koyar. Karakterlerin birbirlerine dönüşümlerinin mümkünlülüğünü hoca ve köle arasında yaşanan olayları analiz ettiğimizde ve karakterlerin birbiriyle diyaloglarındaki satır aralarını okuduğumuzda daha iyi görmekteyiz. Bu yargıyı  destekleyen bir örnek olarak köleyle tanıştığı ilk zamanlarda kendine güvenen hatta bunu öteki olarak adlandırdığı insanları “aptal oldukları için yıldızlara bakıp düşünmüyorlar, aptal oldukları için öğrendikleri şeyin önce neye yaradığını soruyor ve aptal oldukları için birbirlerine benziyorlar” şeklinde dile dökecek kadar onların aptallığından emin olan hocanın, Venedikli kölenin etkisiyle kendi günahlarını, kötülüklerini yazmasıyla başlayan kimlik değişimi sürecini “yazmaya değer mi acaba bunlar” düşüncesiyle kendine inancını giderek  kaybetmesini ve ruh halinin marazi bir hal almasını verebiliriz. Hoca aslında bu itiraf sürecinde giderek daha çok kendisi olmaya başlar, köleye şiddet uygulaması ve sinirlenmesi de kendisiyle ve görmek istemediği yanlarıyla yüzleşmesinden ve bir anlamda içindeki asıl hocayı doğurmasının sancılarından kaynaklanmaktadır. Hocanın itiraflar sürecinde yaşadığı değişim sinyalleri de karakterler arasındaki geçişgenliğin yoğunluğunu gösteren bir diğer  durumdur.

Hocanın köle üzerindeki etkisinden çok kölenin hoca da bir uyanma, farkındalık yarattığı hocanın ‘ben kimim’, ‘niye ben benim’ sorgulamalarına girmesinden anlaşılmaktadır. Aynı zamanda   Ramazan Korkmaz’ın ‘’ Metaforik dönüştürme biçimleri ve efendi köle diyalektiği bakımından beyaz kale’ adlı makalesinde de belirttiği gibi, kölenin hocayı kendi içinden çıkarmak için ona  ayna tuttuğunu  hocanın  ‘aynaya bakarken nasıl görünüşünü seyrediyorsa insan kendi düşüncesinin içine bakarak da özünü seyredebilir’ sözünü benimsemesinden ve ‘niye ben benim’ sorgulamasını yapmasından anlayabiliriz.

Beyaz Kale romanında ön plana çıkan bir diğer tema ise doğu-batı çatışması olarak adlandırabileceğimiz Avrupa ve Osmanlı kültürlerinin onlar-biz ekseninde sınıflandırılması etkileri ve bu etkilerin hocanın ve Venedikli kölenin gözünden değerlendirilmesidir. Venedikli köle için en başından beri yadırgatıcı olan konservatif kolektivist (muhafazakâr-ortakçı) Osmanlı toplumunun değer yargıları, bilime ve teknolojiye önyargılı yaklaşımı Hoca için başta son derece doğal görünürken Venedikli köleyle etkileşiminden sonra farklılaşmıştır. Hocanın aydınlanmaya ve öğrenmeye açık yanının çevresindeki Osmanlı kültüründe yetişmiş insanların farklı ve gelişmiş olanı anlamaktan uzak, hocanın bilime, matematiğe ve astronomiye merakını küçümseyen hatta yargılayan ve suçlayan yaklaşımı da hocanın fikirlerinin değişmesinde Venedikli kölenin düşünüşüne yaklaşmasında etkili olmuştur.

Hocanın içinde bulunduğu toplumdaki insanlar hocayı yemeğini bağdaş kurarak yemediği için masada gavurlar gibi yemekle, yıldızlara gökyüzüne bakıp gözlem yaptığı için de içindeki şeytanı çıkaramamakla suçluyorlar. Bunlar o zamanın geleneklere bağlı hurafelerle örüntülenmiş Osmanlı toplumunun doğal gördüğü düşünüş biçimiyken Rönesans geçirmiş Avrupa toplumundan gelen Venedikli köle için yadırgatıcı boyuttadır. Ordunun ve Osmanlı halkının hoca ve kölenin üretmeye çalıştıkları silahı da önyargıyla ‘uğursuz gavur icadı’ olarak görmeleri de 17. Yüzyıl Osmanlı devletinin düşünce yönünden Avrupa’dan ne kadar farklı olduğunu gösteren başka bir olaydır.

Beyaz kaleyi alegorik bir bakış açısından ele alırsak, hocayı geleneksel değerlere bağlılığı, Müslümanlığını düşünerek Osmanlı (ya da doğu) Venedikli köleyi de bilim kozmoloji,matematik alanındaki bilgisinden Osmanlıdaki genel skolastik düşünce biçiminden uzak yaklaşımından Avrupa (ya da batı) olarak adlandırabiliriz. 17. yüzyıl, Osmanlı devletinin bilim, teknoloji ve sanattaki gelişmelerden uzak durduğu için elindeki ülke ve topraklarını kaybetmeye başladığı ve bir arayış içine girdiği bir dönemdir. Osmanlıyı temsil eden Hocanın da kendine güvenini kaybetmiş olması ve Rönesans geçirmiş Avrupayı temsil eden köleden bilim ve teknoloji konusunda sürekli bir şeyler öğrenmek istemesi ve attığı her adımda onay beklemesi de Osmanlının içinde bulunduğu durumu anlatmaktadır. Hocanın Venedikli köleye ‘’hep öyle mutlu mu yaşıyorlar orada’’ demesi de kimlik arayışı içinde olan Osmanlının batıya duyduğu hayranlığı ve beğeniyi gözler önüne seriyor ve batının Osmanlı üzerindeki üstünlüğünü vurguluyor.

Veba salgınına hoca ve Venedikli kölenin farklı perspektiflerde baktığı ve tutumlarındaki farklılıkta kendini göstermektedir. Hoca vebayı korkulmaması gereken Allahın takdiri bir durum olarak görüp son derece geleneksel görünen yozlaşmış bir tevekkülle karşılarken köle hocanın bu tutumunu hayretle karşılar ve vebadan sakınma şansı varken nasıl olup da ölüme karşı bu kadar kayıtsız kaldığını kavrayamaz. Osmanlı toplumunun vebaya bakışı hocanın tevekküle dayanan korkusuz bakışını bire bir yansıtmaktadır.

Hocanın 17. yüzyılın rönesans geçirmiş teknoloji, sanat, astronomi, matematik ve başka birçok alanda ileri Avrupa ile giderek eski gücünü kaybeden Osmanlı devletine onlar-biz eksenindeki yaklaşımını hocanın  içinde yaşadığı Osmanlı devletini ve toplumunu  biz olarak ele alırken  Avrupa’yı  ve Avrupalıları  onlar,  Venedikli kölenin geldiği yeri  de orası olarak ifade edişinde görmekteyiz.

Karakterlerin birbirleri üzerinde üstünlük kurma çabası, Venedikli kölenin kimi zaman içsel konuşmalarında kimi zamansa hocayla interaktif  iletişimindeki yaklaşımlarında kendini göstermektedir.  Orhan Bozdemir’in ‘Orhan Pamuk’un Beyaz Kale Adlı Romanında Osmanlının Yakalandığı Hastalığa Aşk Teşhisi Konur’da üzerinde durduğu gibi hocanın onlar dediği Avrupa’ya karşı duyduğu aşağılık kompleksi, hayranlık ve tabii içinde bulunduğu kimlik arayışı da hocayı yönlendirilmeye ve istismara çok açık bir hale sokuyor. Venedikli kölenin “onu biraz daha kendinden şüpheye düşürebilsem benden dikkatle sakladığı o itiraflarından birazını okuyup onu dikkatle aşağılasam bana öyle geliyor ki artık köle ben değil o, evin kötü insanı ben değil o olacaktı” sözüyle hocayı kendi amaçları doğrultusunda yönlendirme ve üstünlük kurma çabasını gösterdiğini görüyoruz.

Sonuç olarak romanın başında yazar, Marcel Proust’un “Alakamızı uyandıran bir kimseyi bizce meçhul ve meçhullüğü derecesinde cazibeli bir hayatın unsurlarına karışmış sanmak ve hayat ancak onun sevgisiyle girebileceğimizi düşünmek bir aşk başlangıcından başka neyi ifade eder?” sözüyle hocanın içindeki eksikliğin bir başkasının varlığıyla dolacağına inancının, hocayı önce tam bir kimlik kaybına sonra da bir başkası olmaya sürüklediğini ve kölenin yerine geçip onun kimliğine bürünerek İtalya’ya gidip onun hayatına bıraktığı yerden devam ederek batı kültürünü benimsediğini belirtiyor. Romanın sonunda gerçekleşen hoca ve kölenin bu tamamen dönüşüm hikayesi de makalemde vurguladığım süreçlerin-ilk karşılaşmalarının karakterler üzerinde yarattığı etki ve sonrasında başlayan Venedikli kölenin hocayla diyaloglarının ve hocayı içine sürüklediği itiraflar sürecinin başta hoca olmak üzere iki karakter üzerindeki etkisi ve tarihsel arka fonda yaşanan gelişmelerin hoca ve Venedikli kölenin değişimine dolaylı katkısı- birleşiminin doğal bir sonucu olmuştur.

You have no rights to post comments