Birçok ailenin geçmişinde isli lekeler olarak kalan “istenmeyen” çocukların öyküsüdür anlatacaklarım. Herkesin öyküsü doğduğunda başlar sanılır. Benimkisi, ben doğmadan başlamış.

Başka öykülerde de bahsi geçen dağlar ardındaki uzak kasabada, yirmili yaşların sonlarına yaklaşmış anne ve babamın aklında bile yokmuş belki, benim olma (doğma) olasılığım. Ablam iki, ağabeyimse henüz sekiz aylıkken üçüncü bir çocuk olarak ailemizin kapısını çalmış olmam belli ki huzursuz etmiş herkesi. Annem bana hamile olduğunu öğrenir öğrenmez kara bir bulut çökmüş yüzüne ve hemen benden kurtulmanın yollarını aramaya başlamış. Biraz da bu yüzden bir anlık kararsızlığın, eksik bir cesaretin ve çokça da sefaletin ürünü olmuş hayatım.

Doğduğumda da o karabulut hiç uzaklaşmamış yüzünden annemin. Herkesten saklanması gereken bir sır, suskun bir matem gibi sessiz sedasız çıkmış kırkım. İki çocuğun bakımı altında ezilen annemin omuzlarına yeni bir yük; memur maaşıyla ailemizi geçindirmeye çalışan babamın hesap defterinde yeni bir harcama kalemi oluvermişim. Ablam için kıskanılması gereken oyuncaklar, ağabeyim içinse bırakmak zorunda kaldığı anne sütüymüşüm artık. Ve elbette onların küçülen eşyalarıyla büyüyen garip bir kardeş.

Anadolu’da her erkek evladın soy ağacında güçlü bir dal sayıldığı o yıllarda, tek şansım erkek olmamdı. Bu yüzden zaman zaman bana bakarken annemin yüzünden bulutların uzaklaştığını görürdüm. Ne çare ki evimizin duvarları, tek kat kıyafetlerimiz, raflardaki tek tük kap kacak, her yer yoksulluk kokuyordu ve erkek olmamın henüz hiçbir eksikliği arttırdığı yoktu.

Zaten doğduğum gün beni saran ellerin titremesinden belliydi, geldiğim yere buruk bir sevinç, çokça da endişe getirdiğim. Emeklerken acıyan dizim, avuç içlerime çıkmış betonun izleri; duvar halısında koşuşan ceylanların, çağıldayan şelalenin uzağında olduğumuzun kanıtıydı. Yine de ağaçların dallarında tomurcuklar patladığında, “Artık yakacak sıkıntısı çekmeyeceğiz.” diyen annemin sesi, sanki beni de sevdiğini ima ederdi.

İlk yaşlarım annemin yanında kardeşlerimle oynayarak geçti de babamın hatırası pek siliktir zihnimde. Evden uzaklarda bir yerde, muhtemelen kahvede çayına (!) oyun oynarken beni de kabullenmeye, sevmeye çalıştığını düşünürüm. Benden sonra doğan iki erkek kardeşimde de benzer karamsarlıkların yaşanmamış olması bir tesadüf değil; ek işler yaparak maddi durumumuzu toparlayan anne ve babamın çocuk sevgisindendir.

Beş kardeşin orta yerinde ilk çocukların itinasından, son çocukların refahından azade apar topar kaçıp gitmiş çocukluğum. “Evlat, evin altın topudur.” diyerek havalara atılmadan, annemin kucağında yatacak yer bulamadan, kapı ardında yeni terliği olmadan, eksikle fazla arasında büyüyüvermişim.

Bugün, -kırklı yaşlarıma aylar kala- boyumca çocuklarım olmuşken bile kendi kendime sorarım: istenmeyen her çocuğun istendiği, bebekleri doğunca onu nasıl büyüteceğiz diye kaygılanmadan mutlu olabilen anne ve babaların yaşadığı uzak güzel bir ülke var mıdır?

Adana, Şubat / 2013

 

You have no rights to post comments