AKKUYU NGS ELEKTRİK ÜRETİM A.Ş.

Adına,

DOKAY-ÇED ÇEVRE MÜHENDİSLİĞİ LTD. ŞTİ.

Tarafından Hazırlanmış,

4800 MWe KURULU GÜCÜNDE (OLACAK) OLAN

AKKUYU NÜKLEER GÜÇ SANTRALI PROJESİ

(NÜKLEER GÜÇ SANTRALI, RADYOAKTİF

ATIK DEPOLAMA TESİSİ, RIHTIM, DENİZ

DOLGU ALANI VE YAŞAM MERKEZİ)

İçeriğine Dönük,

ÇED RAPORU,

HAKKINDA GÖRÜŞ

Prof. Nük. Müh. Tolga Yarman [1]

Ph. D.,  Nuclear & Science and Engineering,

Massachusetts Institute of Technology

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Nükleer Güvenlik Komitesi ve

Danışma Kurulu, Eski Üyesi

Ekim 2013

İÇİNDEKİLER

·         RAPOR HAKKINDA, ÖN BİRKAÇ SÖZ

·         GÖRÜŞLERİM

* Rapor’da, 1976 Tarihli Yer Lisansı Çalışmalarının İçeriğine Atıf Yoktur.

* Rapor’da Çevreci Kaygılar Ele Hemen Hiç Alınmamaktadır, Tartışmaya Açılmamaktadır. Bu Kaygıların Giderilmesine Yönelik Dinlemeceler (Hearings), Sağlanmış Görünmemektedir.

*  Rapor, Dayandığı Ölçütleri Tartışmamaktadır.

*  Vukua Gelmiş Temel Nükleer Kazalar, “Kaza Riski”ni, Şaşılacak Derecede -  Yuvarlak Yüz Kat - Yukarı Çekmiş Bulunmaktadır. Bu Husus, Rapor’da Külliyen Iskalanmaktadır.

*  Rapor’da, Rus VVER Teknolojisi’ne “Abartılı” Dedirten, Bir Övgüde Bulunulmaktadır.

* Rapor’da, Nükleer Santral’in “Turzim Etki Değerlendirmesi” Hemen Hiç Yoktur, Hatta Rapor,  Çoğunlukla Çevre Turizmi’ni, Küçümsediği İzlenimini Yansıtan, Beyanlar İçermektedir.

*  Rapor’da, Nükleer Santral’in “Bölge, Sebze Meyve Etki Değerlendirmesi” de Hemen Hiç Yoktur.

*  Santral’in Termodinamik Verimi, Akdeniz’de, Karadeniz’de Olacağına Oranla, Yuvarlak Onda Bir Kadar Daha Düşük Olacaktır ki, Bu, 20 Milyar Dolarlık Santral Ederinde, 2 Milyar Doların, Behemehal Denize Gömülmesi Anlamını Taşır. 

* Bugünkü İktidar Zamanında, TAEK, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na Bağlanmıştır. Bu Tasarruf, İlçe Adliyesi’nin İlçe Kaymakamlığı’na Bağlanması Kadar Kabul Edilemezdir.

* Diyelim ki, Santral, Hem de Tıkır Tıkır Çalışırken, Rus Dostlar, O Oldu, Bu Oldu, Olur mu Olur, Santral Kontağını Kapattılar, Anahtarı Alıp, Evleri’ne Döndüler… ÇED, “Böylesi Zinhar Olmaz!” Diyemez, Gelişmeyi İncelemek Zorundadır. Oysa ÇED’de, Böylesi Bir Olumsuzluk, Akla Gelmemiş Görünmektedir.

*  Deprem

·           SON SÖZ

RAPOR [2] HAKKINDA, ÖN BİRKAÇ SÖZ

“Rapor” (bu sözcükle, “Kapak Sayfası”nda tanımlanmış, “ÇED Raporu”nu kasdediyorum),  özenle ve büyük bir “takım çalışmasının” sonucu olarak hazırlanmış, çok hacimli (3130 sayfalık) ve inanıyorum, hemen her veçhesi itibariyle, gayet yararlı bir eserdir.

Bu yazımda, Rapor’a emeği geçen değerli uzmanları ya da onların çalışmalarını başarıyla derleyen rapor üst sorumlularını, hiç bir biçimde hedef alıyor değilim. Dediğim gibi, onlar, topluca, alın teri, göz nuru, bunların da berisinde belli bir birikimle, ortaya değerli bir yapıt koymuşlar…

Şu da var ki, konuya, ülkemizde sanırım, en fazla emek vermiş uzmanlarından biri olarak, kimi temel görüşlerimi, bu rapor itibariyle, bilhassa da bundan sonra hazırlanacak benzer çalışmalara zemin oluşturması dileğiyle, dikkate getirme sorumluluğundayım.

GÖRÜŞLERİM

Burada sunacağım görüşleri, aşağıda işaret ettiğim alt başlıklar altında topluyorum. (Bu başıklar, yukarıda ikinci sayfada topluca sıralanmıştır.)

Rapor’da, 1976 Tarihli Yer Lisansı Çalışmalarının İçeriğine Atıf Yoktur.

Rapor’da, görebildiğim kadarıyla, 1976 Yılı’nda Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) Nükleer Santraller Dairesi’nin (NSD), yaptığı çalışmalar temelinde, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’na (TAEK), yaptığı başvuru uzantısında, bu kurumun Nükleer Güvenlik Kömitesi (NGK), daha sonra ise, Üst Komisyonu’nda (Atom Enerji Komisyonu), günün (1970’lerin başlarında varsayılmış), ölçütleri itibariyle incelenen, yer lisansı çalışmasının, içeriğine, atıf yoktur. Rapor’da, söz konusu olan ve yılların emeğiyle sürdürülmüş olup, nihayette 1976 yılında sonuçlandırılan çalışmadan, kısa deyimle, “Yer Lisansı” olarak bahsedilmekle birlikte, bu çalışmanın, aradan yuvarlak kırk yıl geçtiğine gore, neresine intibak edildiği, neresine intibak edilmediği, neresine hangi yeni ölçütler çerçevesinde, ne müdahalede, ne münasebetle bulunulduğu, ya da ne münasebetle hiç iltifat edilmediği, doğrudan anlaşılamamaktadır.

Nihayette, o günkü Yer Lisansı çalışmaları, o günün ölçütleri itibariyle olsun, bir “ÇED Raporu”na, dökülüyor olmaktadır. (ÇED deyimi, o zaman yoktur, ama yapılan, günümüzün deyimiyle, bir ÇED çalışmasıdır.) Bu çerçevede, 1976 tarihli ÇED Raporu ile bugünkü ÇED Raporu arasında hangi ortak noktalar ya da sapmalar vardır, bu husus, Rapor’dan, belli olmamaktadır.

Rapor’da 1976 Yer Lisansı Çalışmaları’na emeği geçmiş uzmanların, adları, daha önemlisi görüşlerine yer verilmemiş olmasını, akademik bir noksan olarak görüyorum.

Bu bağlamda, Rapor’da, örneğin 1976’da Nükleer Santraller Dairesi Başkanı Dr. Ahmet Kütükçüoğlu’nun, Atom Enerjisi Komisyonu NGK Başkanı Prof. Nejat Aybers’in, daha sonra TAEK Başkanlığı görevi yapmış olan Prof. Yalçın Sanalan’dan başlayarak, birçok nükleer bilim adamının, örneğin Dr. Necmi Dayday’ın, rapora çok emeği geçmiş jeofizik uzmanları, Prof. Kazım Ergin’in, Prof. Nezihi Canıtez’in, Prof. Silva Büyükaşıkoğlu’nun, Prof. Ahmet Ercan’ın, Jeoloji Uzmanı Prof. İhsan Ketin’in, Hidroloji Uzmanı Prof. Ümit Ünlüata’nın, Meteoroloji Uzmanı Dr. Tamer Akşit’in ve daha pek çok ve birbirinden değerli uzmanların isimleri, hiç gorülmemektedir.

Daha önemlisi bunların, başta da, içlerinde yer aldıkları takımların, o günkü görüşlerine, düşüncelerine, rast gelinmemektedir.

Böyle olursa, gayretler kalıcı olmuyor, buz üzerine yazılmış oluyor.

Rapor’un müellifleri, bundan kırk yıl sonra kendi raporları gibi bir rapor hazırlanacak olsa ve bu raporda, kendilerinin bugün hazırladıkları rapora hiç atıf verilmese, önemlisi görüşlerine yer verilmese, herhalde üzüleceklerdir, emeklerine acıyacaklardır.

Rapor’da Çevreci Kaygılar Ele Hemen Hiç Alınmamaktadır, Tartışmaya Açılmamaktadır. Bu Kaygıların Giderilmesine Yönelik Dinlemeceler (Hearings), Sağlanmış Görünmemektedir.

Rapor’da, “çevreci” sözcüğünün yalnızca iki yerde geçmesi, dikkat çekicidir: 1) Bölüm V.2.1-2.5 - Sayfa 101, 2) Bölüm VII - Sayfa 28.

Bölüm III - Sayfa 32’de ise, “Söz konusu TBM’leri (Toplum Bilgilendirme Merkezleri) aracılığıyla çok yönlü ve kapsamlı halkla ilişkiler faaliyetleri ve kurumsal sosyal sorumluluk projeleri yürütülmektedir, bu kapsamda, farklı kamusal ve sivil toplum kuruluşuyla çok sayıda bilgilendirme toplantısı düzenlenmiştir”, denmektedir, ancak söz konusu toplum kuruluşları tadat edilmediği için, kimlerle toplanıldığı, anlaşılamamaktadır.

Antinükleer platform(lar)la temas kurulması, oysa (belli ve kat’i, bir yakınsama sağlanamayacak olsa dahi, hassasiyetlerin tesbiti itibariyle, önemli olup), fevkalae şık ve katılımcı demokrasi açısından örnek teşkil edecek bir açılım oluşturabilirdi. Maalesef, tersine, Rapor’da “antinükleer” (ya da işte “nükleer karşıtı”), deyim(ler)i dahi, görebildiğim kadarıyla, hiç yer almamaktadır.

Burada vurgulamak istediğim fiil, “oydaşı bilgilendirmekten” ziyade, en önce, “onu dinlemektir”. Batı’da, böylesi demokratik bir gayrete, “hearing” yani (Türkçesi’yle) “dinlemece”, denir. Amaç, gidip belli bir görüşün ya da eylemin tanıtımını veya propagandasını yapmak değil, en önce söz konusu görüş ya da eyleme karşı, tepkileri öğrenmek, ölçmek ve tasnif etmektir; ondan sonra eyleme dönük, ikna turlarına çıkmaktır. Nihaî kararı ise, söz konusu süreçte, Batı’da, bugün artık iyice yerleşmiş anlayış itibariyle, teknokratlar, bürokratlar, projenin sahipleri, hatta siyasiler değil, karşı görüşlerin de eşit yayılma hakkı, saygıyla yürürlükte tutulup, “halk oylaması”, verir. Ele aldığımız ÇED Raporu türü raporlar, böyle bir oylamada belli bir girdidir, “mutlak bir karar doğrultusu”, katiyen değildir.

Rapor’da, böyle bir anlayış izlenmemektedir. Söz gelişi “Referandum” ya da “Halk Oylaması” deyimleri, hiç yer bulmamaktadır. Bu bağlamda, “dinleme” sözcüğü, yer bulamamaktadır.  

Rapor, Dayandığı Ölçütleri Tartışmamaktadır.

Rapor belli, elbette saygıdeğer, ölçütler üstüne oturmuştur. Ancak bunların bütünsel geçerliliğini tartışmamaktadır.

Örneğin Challenger, hiç akla gelmeyen bir sebeple, 28 Ocak 1986’da, kalkış anından, 73 saniye sonra ve “bir anda” maytap gibi yanmıştır; hazindir ki, o  anda  yok oluvermiştir.

Uzay Mekikleri’ne (Space Shuttle) ilişkin Kaza Risk ve Çevre Etki Değerlendirmeleri böylesi beklenmedik bir kazadan once başka, o kazadan sonra başka, olmak, zorundadır.

Diğer bir örnek olarak, 10 Nisan 1963’te batan Amerikan Atom Denizaltısı Thresher, hatırlanacaktır.Thresher de maalesef hiç akılda olmayan bir sebeple kazaya uğramış ve batmıştır. Mürettebattan kurtulan olmamıştır.

Müteakiben yine bir Amerikan Atom Denizaltısı, Scorpion, 22 Mayıs 1968’de, hala daha neden olduğu belli olmayan bir kazaya duçar olarak, basınçla ezilme derinliğine kadar sürüklenmekten kurtulamamıştır; burada maatessüf (basıçtan dolayı) ezilmiştir. (Bu durumda, mürettebattan kurtulan olamamıştır.)  

Sonraları 1982-1989 arasında, yine trajik nedenlerle 5 Sovyet atom denizaltısı batmıştır.

En son 2000’de bir Rus atom denizaltısı batmıştır.

Bu durumda, bugüne kadar batan atom denizaltılarının sayısı, sekizdir.

Demek istediğim, bahse konu olaylar yaşanmadan önceki atom denizaltılarının kaza risk ve çevre etki değerlendirmeleri başkadır, o olaylar yaşandıktan sonra ise, başkadır.

**

Akkuyu Yer Lisansı Çalışmaşları 1976’da ve onur duyacağımız bir çizgide başarıldığında, ortada henüz  Temel Nükleer Kazalar, yani Three Mile Island (TMI) (ABD / 1979), Çernobil (Sovyetler Birliği / 1986) ve Fukuşima (Japonya / 2011) Nükleer Reaktör Kazaları olmamıştır. Ancak bugün itibariyle maatessüf vukua gelmiş bulunuyorlar.

Konumuz olan Akkuyu ÇED (2013) Raporu’nun yazımında, gerçi bu kazalardan bahis yok değildir. Ancak (bunların tasvir ve değerlendirme kısımlarının ciddi olarak akademik tahkimata ihtiyaç gösterdiği hususu saklı olarak, ifade ediyoum, esas itibariyle), bu kazaların ışığında, nükleer ÇED ölçütlerinin bugün ve yeniden, nasıl yontulması gerektiği yönünde hiç bir tartışma yoktur. Tersine Rapor, kazalara; izafe etmemiz gerektiğini düşündüğüm ve birazdan açacağım önemi, katiyen izafe etmemektedir.

Rapor’un, en zayıf yanı (bence), budur.[3]

Vukua Gelmiş Temel Nükleer Kazalar, “Kaza Riski”ni, Şaşılacak Derecede - Yuvarlak Yüz Kat - Yukarı Çekmiş Bulunmaktadır. Bu Husus, Rapor’da Külliyen Iskalanmaktadır.

Nükleer reaktör kaza risk çözümlemesi, fevkalade kritik bir süreçtir. Gayet külfetli matematik hesaplara dayanır.  Bu hesaplar bir anlamda, “Şeytan”ın aklına gelmeyecek kaza olasılıklarını gözetirler. Sonuçta belli bir sayı üretirler.

Dünya’da hal-i hazırda yuvarlak 400 000 MWe tutarında bir nükleer kapasite mevcuttur. Bu, yuvarlak 400 Keban Barajı demektir.

Söz konusu santraller bugüne kadar, yuvarlak 15 000 reaktör x yıl çalışmış bulunmaktadırlar (bakınız Şekil 1). Bu, işte, 500 reaktör, 30 yıl, ya da 400 rekatör yaklaşık olarak, 40 yıl çalışagelmiş demektir.

Şekil 1. Yıllar’a göre,  toplamdaki reaktör x yıl işletme büyüklüğü

Dikey Eksen: Toplamdaki reaktör x yıl işletme büyüklüğü (yani, 15 000 yıl x reaktör, demek, 1 reaktör 15 000 yıl, ya da yuvarlak beş yüz reaktör 30 yıl çalışagelmiş demek).

Yatay Eksen: Yıllar 

Kaynak: World Nuclear Association (Dünya Nükleer Birliği)

Yerleşik kaza risk hesaplarına gore, modern reaktörlerden, yuvarlak 150 000 reaktör x yılda, olsa olsa tek bir reaktor elden kaçabilir. Yani her biri Keban Barajı büyüklüğünde 5000 reaktör 30 yıl çalışsa, bunlardan ancak biri elden çıkabilecektir,    

Oysa, işte

+ Three Mile Island (ABD) Sahası’nda 1 Adet Reaktör

+ Çernobil (Sovyetler Birliği / Ukrayna) Sahası’nda 1 Adet Reaktör

+ Fukuşima (Japonya) Sahası’nda 3 Adet Reaktör

olmak üzere, toplamda 5 reaktör, üstelik hiç bir biçimde akla gelmeyen sebeplerle elden kaçmıştır ki, bu olgu, söz konusu olasılığı, bir çırpıda, (150 000 / 15 000)  x 5 = 50 kat arttırıvermektedir. Böyle olunca, yukarıda verdiğimiz risk oranı, 50 kat yükseliyor olmakta ve sonuçta, her 500 reaktörden 5’i, bir ömür boyunca, elden kaçabilecektir, demek anlamına sıçramaktadır.

Yol boyu, burada ayrıntısına girmeyecek olsak da irili ufaklı başka kazalar, gündeme gelmiştir.[4]

Fazla olarak, Fukuşima’da bilinen kaza meydana geldiği zaman, kaza geçiren üç reaktörün yanıbaşındaki diğer 3 reaktör, bakım dolayısıyla, şükür kapalıdır; yoksa onlar da kazaya direnemeyen öteki üç reaktörün akibetine kaçınılmaz biçimde duçar olacaklardır.[5]

Gerçi,

“150 000 reaktör x yılda, olsa olsa, tek bir reaktor elden kaçabilir”,

şeklinde, demin vaz ettiğimiz, olasılık, kimi risk hesap çevrelerince, hayli yüksek sayılabilmektedir. Yani, birçok nükleer güvenlik uzmanı, nükleer reaktörlere, söz konusu muhafazakar risk hesaplarının işaret ettiğinden daha da fazla güvenmektedirler.

Anlatageldiklerim, yine de, kabaca, şunu işart ediyor olmaktadır ki, bugüne kadar hesaplanmış reaktör kaza riski, hiç gerçekçi değildir ve gündeme düşen trajik veriler itibariyle, en az şöyle bir yüz kat daha yüksek olabilmektedir.

Bu hususun, hesaplardaki zaafiyetten ziyade; meydana gelen kazaların oluş biçimlerinin, hesaplara dönük olarak düşünülen kaza senaryolarına nisbetle, tam anlamıyla, tahayyül ötesi sebeplerle, vukua gelmiş olmasından, kök aldığına, dikkat edilmelidir.    

Kestirmeden söylersek, hiç bir kaza senaristi, risk hesaplarına temel teşkil eden muhayyel (hayal edilmiş olan) kaza senaryoları suretiyle; oluşmuş bulunan kazaların, meydana gelebileceğini, hiç bir biçimde, öngörememiştir.

Bu hususu, ilk baskısını 1995’te yapan, “Geçmişte ve Bugün Nükleer Enerji Tartışması” Kitabım’da, sanıyorum, Dünya’da bir ilk olarak, gündeme getirmenin ayrıcalığını taşıyorum.

O zaman elde, öncesini saymazsak, TMI (ABD / 1979) ve Çernobil (Sovyetler Birliği / 1986) nükleer reasktör kazaları vardı ve bu her iki kaza da, akla hayale gelmemiş sebeplerle oluşmuştu. Bu olgu, o güne kadar vaz edilmiş kaza riskini bir biçimde yukarı çekiyordu, ama ne kadar çekiyordu, bunun için, hepsi hepsi iki kaza, tatminkâr, istatiksel bir anlam ifade etmiyordu.

Taa ki, Fukusima’da üç reaktör birden, yine akla hayale gelmedik nedenlerle, yeni bir kazaya uğrayıncaya kadar!..

Artık, istatiksel olarak elimizde yeterli veri bulunduğunu, düşünebiliriz. Bu durumda, önceki irili ufaklı kazaları saymasak dahi, Dünya’da çalışmakta olan her yüz reaktörden (keşke yanılsak), şu ki işte, en az biri (bugünkü teknoloji zemininde), bir ömür boyunca elden kaçabilecek olma tehlikesini, arz etmektedir.[6]

Bu, her yüz aslandan birinin, yuvarlak otuz yıllık bir sirk hayatı boyunca, sahibini yiyebileceği, bunun ötesinde, demir güvenlik kafesini kırıp, seyricileri de telef edebilecegi gibi, dehşetengiz bir manzara getirmektedir, karşımıza!..

Burada esas söylemek istediğim  şudur ki, dikkate almakta olduğumuz Akkuyu 2013 ÇED Raporu, hiç bir biçimde böylesi bir tabloyu mercek altına alıyor, değildir.

O zaman, Rapor (arkasındaki saygıdeğer emek ve birikim, bu değerlendirmenin başında da belirttiğim gibi, saklı olarak), hemen hiç bir mana ifade ediyor olamaz!.. 

Bahsettiğim türden bir sorumluluğu, ne ÇED Raporu, ne teknokrasi, ne bürokrasi, ne temsilî siyasi irade tek başına üstlenemez.

Anlatageldiğim risk olgusu, halka anlatılmalı ve onun onayına sunulmalıdır.

Bu, referandum demektir.

İlk bir tahminimi söyleyeyim: Mugalataya prim verilmezse, bu arada, maceraperestler, demek ki, bir tarafa bırakılırsa, sonuç Akdeniz Bölgemiz’de, % 80 “Hayır” olur. Türkiye genelinde ise, “Hayır” oyları, % 70’in altında kalmaz.   

Ağızdan yel alsın, nükleer bir kaza, yalnızca Akdeniz Bölgemiz’in değil, Türkiye’nin mahvı, demek olur. [7]

**

Bu konuyu Rus Meslekdaşlar’a, 28 Temmuz 2011’de, kendileriyle birlikte davet edildiğim teknik bir toplantıda,[8] anlattım… Önce Akkuyu’ya kurmayı düşündükleri reaktörlerin, ne kadar güvenilir olduğunu savlamaya çalıştılar. Ancak gösterdim ki, yaşanan kazalar özellikle hesap edilebilmiş, ögörülmüş felaket senaryoları zemininde değil, akla hayale gelmemis senaryolar zemininde, vuku buluyor. Duraksadılar; cevap veremediler.

Burada, hiç bir biçimde Rus nükleer teknolojisini, azımsadığım, düşünülmesin. Tersine, Rus nükleer birikimi, Batı nükleer birikiminin altında kalmaz. Çernobil, ne denli hayrete şayan bir trajedya idiyse, bunun sonrasında, kaza etkilerinin üstesinden gelinmesi sürecinde, Rus Nükleer Mühendisliği’nin, tam bir kahramanlık destanı olarak gündeme oturduğunu, bir o kadar hakbilirlikle teslim etmenin, gerektiğine, inanırım. Gerçekte, Rus nükleer birikimi; özgüvenle, o arada, ucuzu ararken, “Çernobil Reaktörü”ne, bir dış güvenlik kabuğu koymamış. Koysa, kaza, pek muhtemelen, tıpkı TMI Kazası’nda olduğu gibi, böyle bir kabuk içinde tutulabilecek ve çevreye zararı, oradakinden fazla olmayabilecektir.

Şu ki, burada da, “ciddi bir olabilecek olanı”, “olamayacak olma” olarak tasnife yönelik, gaflet, çıkmaktadır, karşımıza...

Yani, konumuz, Rus teknolojisinin zaafı katiyen değildir. Kazaların hiç beklenmedik şekilde zuhur edebildiğidir ki, bu olgu, yerleşik risk analizlerini ve kaza olasılıklarını, yerle bir etmektedir.         


Rapor’da, Rus VVER Teknolojisi’ne “Abartılı” Dedirten, Bir Övgüde Bulunulmaktadır.

Bir defa, yukarıda açıkladığım şekliyle, Rus nükleer birikimine saygım, bu arada bugünkü nükleer teknolojiye dönük olarak sıraladığım kaygılar saklı olarak ifade etmek zorundayım ki, Rapor, Akkuyu’ya kurulması planlanan VVER Reaktörleri’ne abartılı sayılacak bir övgüde bulunmaktadır (bknz Bölüm III Sayfa 12, 14, Bölüm V.2.1-2.5 - Sayfa 1, Bölüm V.2.1-2.5 - Sayfa 36, Bölüm V.2.1-2.5 - Sayfa 100, Bölüm V.2.1-2.5 - Sayfa 101, Bölüm V.2.8-2.10 - Sayfa 19, Bölüm V.2.8-2.10 - Sayfa 26, Bölüm V.2.11-2.14 - Sayfa 121, Bölüm V.2.11-2.14 - Sayfa 121, Bölüm VII - Sayfa 1, Bölüm VII - Sayfa 3, Bölüm VII - Sayfa 6).

1) Böylesi övgü, rapor müelliflerinin, işi, hiç değildir.

2) Buna teknik olarak katiyen mezun değillerdir.

3) Çünkü bir defa ÇED Raporu yazmaktadırlar, propagandist değillerdir.

4) Önemlisi, yukarıda nükleer kaza olasılığının ürkütücü derecede yükselmiş olduğu yönündeki olgular, esasen ve doğal olarak müelliflerin skopunda olmadığı için, burada bir girdi olarak bahse hiç konu değildir.

5) VVER-1000, evet bu aşamaya kadar, başarıyla çalışan bir reaktördür. Ama akla hayale gelmemiş olan gelişmeler karşısında nasıl davranacaktır, bu pratikçe, meçhuldür.

6) VVER-1200 ise (ki Akkuyu’ya dönük olarak planlanan model budur), Akkuyu’da, evvelce hiç bir işletim deneyimi olmaksızın, tesis edilecektir. (İlk VVER-1200, 2016’da, Saint Petersburg’da işletmeye alınmak üzere, planlanmaktadır.)

7) ÇED Raporu genellikle, “kökteki tesis ne kadar sağlam”, diye bakmak yerine, bu tesiste, hiç akla gelmedik bir kaza vukua gelirse, çevreye etkisi ne olur, diye bakar.

8) Rapor’da VVER’ye dönük tasvir ve yorumlar, bu açıdan, müelliflere özgü olmak yerine, yapımcı firmanın tanıtım yazılarından tercüme edilmiş izlenimini yansıtmaktadır. Bu yazılar elbette kullanılabilir, ancak nihayette, ÇED Raporu “Bizim Raporumuz”, olmak durumundadır. 

9) VVER’e dönük olarak yeniymiş gibi belirtilmiş bir çok güvenlik önlemi (bknz örneğin Bölüm V.2.11-2.14 - Sayfa 122, Bölüm V.2.11-2.14 - Sayfa 156), bilebildiğim kadarıyla ve esas itibariyle, bugun tüm reaktörlerde bulunması gerekli önlemlerdendir.

10) Buna karşılık, Reaktör’ün ağızdan yel alsın, Çernobil ya da Fukuşima gibi bir kaza geçirmesi halinde, çevreye etkisi ne olacaktır, bu konuda raporda, hiç bir inceleme görülmemektedir (çünkü böylesi bir kaza olasılığı yok sayılmaktadır; bu yaklaşım, katiyen akademik değildir).

11) Rapor, aslında (yukarıda işaret ettiğim gibi), kökteki nükleer reaktör tipinden, nisbeten bağımsız bir çerçeveye oturmak gerekir. Akkuyu’ya, VVER yerine bir CANDU (Kanada yapımı reaktör) kurulacak olsa, ÇED’in kanaviçesi değişmez. (Parantez içinde belirteyim, Rapor’da, CANDU türü, ya da işte, örneğin, Japon BWR / Boling Water Reactor türü, ÇED açısından ağza hiç alınmamaktadır.)

12) Hatırlanmasında yarar vardır: 1976’da, Akkuyu’ya verilmiş yer lisansı, reaktör türü tefrik edilmesizin yapılmış olan çalışmalar zemininde olarak verilmiştir.   

13)  Her hal-u kârda, nükleer enerji üretim tarihinden edinilen ders şudur ki, Rus Firması, ya da Kanada, Japon veya Amerikan Firması fark etmez, istedigi kadar "Benim ayranım ekşimez!", desin; yukarıda dikkate getirdigim "100 kat kabarmış kaza riskini" degistiremez.

14) Hele denenmemis bir teknoloji icin yuksekten atarak tutarak "risk hesabı" yapmak ve bu bağlamda olabilecek olanları, hesap edilenlerden ibaret saymak, mühendislik açısından, bağışlanmayı dileyerek ifade ediyorum, gülünçtür.

Rapor’da, Nükleer Santral’in “Turizm Etki Değerlendirmesi” Hemen Hiç Yoktur, Hatta Rapor,  Çoğunlukla Çevre Turizmi’ni, Küçümsediği İzlenimini Yansıtan Beyanlar, İçermektedir.

3 Aralık 1999’da Başbakan Bülent Ecevit Başkanlığı’nda toplanan Enerji Zirvesi’nden sonra (ayrıca, üç partiden oluşan) Koalisyon Hükumeti’nin, Akkuyu’ya, nükleer santral kurmaktan vazgeçmesinin baş bir sebebi; 1976’da verilmiş olan Yer Lisansı’nın, “Turizm Etki Değerlendirmesi”ni, keza “Sebze Meyve Etki Değerlendirmesi”ni (1970’lerin başlarında, gündemde bu tür sorunların, dolayısıyla ölçütlerin olmaması nedeniyle), kapsamamış olduğunun, Liderler’e, tarafımızdan başarıyla anlatılmış olmasıdır.

Kısacası, Akkuyu’ya kurulacak, bir nükleer santral, şayiası itibariyle olsun, Akdeniz Turizmi’ni, keza Akdeniz Bölgemiz’den, ister Türkiye içine, ister Türkiye, dışına, Sebze Meyve ihracını, biz ağzımızla kuş tutsak dahi, kaçınılmaz olarak, olumsuz etkileyecektir.

Bunun için kâhin olmaya gerek yoktur.

17 Ağustos 1999’da, Gölcük Depremi olduktan sonra, Antalya’daki otel rezervasyonları; yurtdışında, “deprem orayı da kapsıyor” gibi, üstelik çok gerçek dışı bir algıya sebebiyet vermiş olarak, bıçakla kesilir gibi, iptal edilmiştir. Oysa Antalya Gölcük’ten, kuş uçuşu 800 kilometre kadar uzaktadır.

Kısa bir süre sonra, Antalya Sheraton Oteli’nin Taksi Durağı’nda, hemen oracıktaki taksilere dahi zararı dokunmamış bir Molotof Kokteyli patlatılmıştır. Demeye kalmadan Antalya’daki otel rezervasyonlarının birçoğu; yurtdışında, bu kez “orada terör var”, türünden yine, gerçek dışı bir algıya yol açmış olarak, bir çırpıda, iptal edilivermiştir.

Akkuyu nükleer santrali işletmeye alındıktan sonra, o terör örgütü bu terör örgütü, müteakip yaz, buraya (hatta “blöf” niteliğinde olarak), bir “sabotaj” yapacağını ilan etse, turistin kaçacağını görmemek için, kör olmak gerekir. Siz, santrali istediğiniz kadar iyi koruduğunuzu savunun, sonuç değişmeyecektir. [9]

Unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin yıllık turizm geliri (2013 itibariyle), 25 milyar dolardır ve bunun yarıya yakını (bu değilse, yuvarlak üçte biri), Akdeniz Bölgemiz’den gelmektedir.

Akkuyu’ya kurulacak 4 nükleer reaktör ise, yuvarlak yirmi milyar dolara baliğ olmaktadır.

Yani kaş yapıyoruz diye göz çıkarmanın bir anlamı yoktur. 

Bu durumu Rus Meslekdaşlarımız’a, 28 Temmuz 2011’de, yukarıda andığım teknik toplantımızda dilim döndüğünce anlattım. Hatta santrali, oraya kursalar dahi, gerçeğin er ya da geç idrak edilecek olması dolayısıyla çalıştıramayacaklarını, böylesi bir gelişmenin ise büyük bir skandal oluşturacağını düşündüğümü, anlattım. Yatırım heba edilecek, Akkuyu Dünya’nın en büyük ve gıcır gıcır nükleer müzesi olacak, böyle dedim...

Sözlerimi, bir Nasreddin Hoca fıkrasıyla bağladım:

Malum, Hoca önü sıra, ağaçta, bindiği dalı kesen birini görmüş,:

-  Oğlum, şaşırdın mı sen, kesme şu dalı, düşeceksin, demiş.

Bakmış dinletemiyor, yürümüş, gitmiş.

Bindiği dalı kesen delikanlı, bir süre sonra, paldır küldür düşmüş… Çanağı çömleği kırmış… Can havliyle yerinden fırlayıp, Hoca’ya yetişmiş:

-  Hoca, benim düşeceğimi bildin, öleceğim günü de söyle!, demiş…

**

Rus Meslekdaşlar’a kıssadan hisse dedim ki,

-  Hem bizim hem de sizin bindiğiniz, üstelik iki dalı birden kesiyorsunuz, ileride gelip bana, öleceğiniz günü sormayın!..

Şaka bir yana, "Turizm Etki Değerlendirmesi", şöyle yapılmak gerekir:

Gelen turiste ayrı, giden turiste ayrı, yaş gruplarına ve cinsiyetlerine gore, geliş, varış ve çıkış noktalarını tefrik ederek, anketler düzenleyeceksiniz ve soracaksınız:

-  Akkuyu’ya bir nükleer santral kuruyoruz. Santral çalışınca, yine gelir misiniz?

Nasıl ki, Fenerbahçe’deki Kurbağalı Dere, temiz mi kirli mi diye, Hıfsızsıhha Enstitüsü’nden rapor edinip, durumu belgelendirmek abes ise, Anket’in sonucun tahmin etmek için, anketi gerçekleştirmeye, korkarım ihtiyaç yoktur. Sonuç bellidir ve kuvvetle tahmin ediyorum ki, olumsuzdur…

Anket, yine de yapılmalıdır.

Ancak bahsimize konu ÇED’de böyle bir yaklaşım hiç olmadığı gibi, bizim çekindiğimiz etki, çok azımsanıyor görünmektedir (Bölüm III - Sayfa 32, Bölüm IV.2.5-2.7 - Sayfa 165, Bölüm IV.2.11-2.23 - Sayfa 331, Bölüm IV.2.11-2.23 - Sayfa 332, Bölüm IV.3.1-3.10 - Sayfa 10, Bölüm IV.3.1-3.10 - Sayfa 13).

Rapor’da, Nükleer Santral’in “Bölge Sebze Meyve Etki Değerlendirmesi” de Hemen Hiç Yoktur. [10]

Yukarıda Turizm’e dönük olarak işaret ettiklerim, Bölge Sebze Meyve Üretimi ve (ister yurt içi ister yurt dışı), İhracı’na dönük olarak da geçerlidir.

Olay teknik bilgi ve kanaatten çok priskolojik algı sorununa gelmektedir. Siyaset, esasen tam da budur (psikolojik algıdır).

Başımdan geçmiş bir olayı anlatayım. 26 Nisan 1986 hemen sonrası… Çernobil patlayalı bir kaç gün olmuş… Hemen her gün, basın soruyor, kamuoyunu aydınlatmak üzere, demeç veriyorum… Örneğin, işte, “Bu aşamada balık yenebilir, süt içilebilir”, diyorum.  Bakkallardaki peyniri, zeytini, yiyebilirsiniz, diyorum… Sevgili Ozan (Oğlum), o zaman 8 yaşında… Rahmetli Annem ve Rahmetli Teyzem dediklerimi, gazetelerden okuduklarından mâdâ, benden de duyuyorlar…

Bir gün Çengelköy’deki Bakkalımız’a, olağan şekliyle, uğradım… Bir de ne öğreneyim, Rahmetliler, oraya gitmişler, bir önceki yıldan kalma peynir tenekesini açtırmışlar, Sevgili Ozan’a oradan peynir edinmişler… Yani bana, bilgime güvenmiyorlar, ne olur ne olmaz diye, Sevgili Ozan’ın üstüne, başka türlü titriyorlar…

Ne denli şaşırdıysam, o denli saygı duydum, bir o nisbette öğrendim, zenginleştim…

Şimdi, bakalım, Ankaralı, İzmirli, Konyalı, Atinalı, Şamlı Analar’a, Akkuyu’da nükleer santral çalışırken, üretilen sebzenin meyvenin radyasyon bulaşığı kapmadığını (yani kontamine olmadığını), üstelik santral tıkır tıkır çalışırken ve fakata birileri kasıtlı iftira mertebesinde olsun, fitne fücurluk yaparlarken – ki muakkak böyle olacaktır - nasıl anlatabileceğiz.

Bana sorarsanız anlatamayacağız.

Zaten birileri işte muhakkak, çıkacak, bunlar kontaminedir diyecek. Ya da analar üst bir hassasiyetle civardan gelen ürünlerden zaten kaçacaklar…

Aksini söylebilmeniz için, yetmez ama olsun, önden “algı anketleri” yapmanız gerekir.

Rapor’da bu yönde hiç bir akademik gayret, önemlisi bilinç, sezinleyemiyorum.

**

Buraya kadar dediklerim, ağızdan yel alsın, bir kaza olasılığını dikkate almıyor. Öylesi bir gelişmeyi ise düşünmek dahi istemiyorum.       

Santral’in Termodinamik Verimi, Akdeniz’de, Karadeniz’de Olacağına Oranla, Yuvarlak Onda Bir Kadar Daha Düşük Olacaktır ki, Bu, 20 Milyar Dolarlık Santral Ederinde, 2 Milyar Doların, Behemehal Denize Gömülmesi Anlamını Taşır. 

Akdeniz suyunun, yaz kış, örneğin Karadeniz suyuna oranla on derece kadar daha sıcak olması, santral termodinamik verimini hissedilir olçüde duşürür ki, söz konusu verim kaybı, 20 milyar dolarlık yatırım itibariyle, 2 milyar dolar civarına gelir. Dolayısıyla, hiç bir biçimde ihmal edilemeyecek bir ederi işaret eder.

Bu konuda ÇED raporunda herhangi bir "uyarı" yapılmış değildir.

Oysa, 3 Aralık 1999 Enerji Zirvesi uzantısında, Hükumet’in, Akkuyuya nükleer santral kurma sevdalanmasından caymasındaki temel nedenlerden biri, dikkatlere, tarafımdan taşınmış olan bu savdır.

Eldeki ÇED ölçütleri çerçevesinde, böyle söz konusu uyarının dile getirilmesi, zorunlu sayılamayabilir. Ancak, bu konuda Rapor’da belli bir kayda yer verilmesi, konunun bütünselliğinin temini açısından şık olurdu.

Bugünkü İktidar Zamanında, TAEK, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na Bağlanmıştır. Bu Tasarruf, İlçe Adliyesi’nin İlçe Kaymakamlığı’na Bağlanması Kadar Kabul Edilemezdir.

Turkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) (o zaman “Atom Enerjisi Komisyonu Genel Sekreterliği”), 1956’da, Başbakanlığa bağlı olarak kurulmuştur. Nasıl ki, Sayıştay, İmar İskan Bakanlığı'na, ya da Sanayii Bakanlığı'na bağlanamazsa, TAEK, Enerji Bakanlığı'na bağlanamaz. Böylesi bir deli saçmalığı dünyanın hiç bir yerinde yoktur. TAEK, Enerji Bakanlığı'nı atom enerjisi işlerinde, denetlemekle yükümlüdür, onun maiyeti kılınamaz.

İlçe adliyesi, Kaymakamlığın maiyeti mi olur?

Olursa o zaman, bağımsız yargı, giderek adalet olmaz.

Hazırlanmış bulunan saygıdeğer ÇED Raporu’nun Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlanmış, TAEK tarafından değerlendirilecek olması, gerçekten hazindir.
 

Diyelim ki, Santral, Hem de Tıkır Tıkır Çalışırken, Rus Dostlar, O Oldu, Bu Oldu, Olur mu Olur, Santral Kontağını Kapattılar, Anahtarı Alıp, Evleri’ne Döndüler… ÇED, “Böylesi Zinhar Olmaz!” Diyemez, Gelişmeyi İncelemek Zorundadır. Oysa ÇED’de, Böylesi Bir Olumsuzluk, Akla Gelmemiş Görünmektedir.

Yukarıya aldığım başlık, ne demek istediğimi sanırım çarpıcı biçimde özetliyor… Akkuyu’ya nükleer santral, devletten devlete, özel ikili bir anlaşmayla yapılmak istendiğine göre, ortada, uluslararası ilişkileri gayet yakından ilgilendiren bir manzara var demektir.

Böylesi bir anlaşma, benim bildiğim, bir ilktir. Devletlerarası bir kriz çıktığı zaman, ne olacaktır?

Dediğim gibi, Rus İşletmeciler, talimat alıp, santrali kapatır, kontak anahtarını alıp, evlerine dönerlerse, Türkiye ne yapacaktır? Hangi yaptırım kabiliyeti vardır?

Benim gördüğüm hiç bir yaptırım kabiliyeti yoktur.

Denebilir ki:

- Rusya bize Akkuyu’dan nükleer elektrik satmazsa, bizden zaten zırnık alamaz, gelir kaynağı sıfırlanacağına gore, o halde, zaten gidemez!    

İyi de, uluslararası ilişkilerde kazın ayağı çok perdalıdır. Santral bir süre çalıştıktan sonra, Dostlarımız, gelirden ziyadesiyle memnun kalıp, hele bir kriz anında, ilave gelirlerinden, başka edinimler için, niye feragat ediyor olmasınlar ki?

Bu mesele, ayrıca, teknik bir mesele değil, doğrudan Dışişleri Bakanlığı’nın skopunda olacak bir meseledir. Ancak böyle bir durumda, bunun çevreye etkisi elbette değerlendirilmek durumundadır.

Deprem

Deprem konusunun irdelenmesini, konunun çok takdir ettiğim uzmanı, Prof. Ahmet Ercan’a bırakıyorum. O’nun bu konudaki görüşlerini, ekli raporundan okuyabilirsiniz. (Raporu’nun arkasında Değerli Ahmet Ercan’ın, kendi kaleminden bir özgeçmişini bulacaksınız.)

SON SÖZ

Sonuç olarak, Rus Meslekdaşlar’a 2011’de, ondan önce Hükumet’e, 1999’da söylediğim gibi, i) bir defa Akkuyu’dan behemehal çıkılmalıdır, ii) muhakkak bir nükleer santral kurulmak isteniyorsa, ki görünen, ok yaydan fırlamıştır, o zaman, İç Anadolu’ya, Nallıhan’a, Beypazarı’na, Yozgat’a, eğer siyaseten bir sakınca ittihaz edilmezse, Gaziantep’e, hatta Mardin’e, gidilmelidir.

Daha da iyisi, bu santral Karadeniz’de Rus Rivierası’na kurulmalıdır ve tıpkı Rus doğal gazı gibi, Karadeniz altından bize Rus nükleer elektriği verilmelidir ki; buna Rusya; kendi Rivierası’na, turizmini baltalayacağı endişesiyle, hiç bir biçimde nükleer santral kurmayı göze alamayacağı için, asla yanaşmayacaktır. Rus Riviearsı’nda bugün tek bir Rus nükleer santrali, yoktur. Rus Rivierası’na kurulamayacak Rus Santrali, Türk Rivierası’na, hem de Akdeniz Sahilimiz’e nasıl kurulabilecektir!..

VVER-1200, ya da başka bir nükleer santral, es kaza Akkuyu’ya kurulursa, katiyen çalıştırlamayacaktır. 20 milyar dolar, Dünya’nın en büyük ve gıcır gıcır nükleer müzesinin parası olarak, çöpe atılacaktır.

Nükleer atıklar meselesi böylelikle kendiliğinden çözülmüş olacaktır. Çalışmayan nükleer santralden çünkü, nükleer atık, çıkmayacaktır!..  

  

TEŞEKKÜR

Yukarıdaki yazıyı eleştirel gözle okuyan, değerlendiren, Seçkin uzman arkadaşlarım, Değerli Prof. Ahmet Ercan’a, Değerli Dr. Necmi Dayday’a, Değerli Necdet Pamir’e, Değerli Cavit Savcı’ya, Değerli Erhan İçöz’e, Değerli Savaş Emek’e, keza Sevgili Oğlum Doç. Dr. Ozan Yarman’a, teşekkürler ediyorum.

Çevre dernekleri ve platformları, burada dikkate gelen görüşleri, dava edecekleri ÇED Raporu'na (http://www.csb.gov.tr/db/ced/editordosya/Akkuyu_NGS_CED_Raporu.pdf) karşı, yargıya verecekleri dilekçelerinde kullanacaklar; esas itibariyle, yazıyı hızlıca kaleme almamda; onların şahsıma duydukları güven çerçevesindeki beklentileri ve üstümde kuvvetle  hissettiğim saygıdeğer duyarlılıklarının, önde gelen bir etmen olarak hüküm icra ettiğini, belirtmekten, kıvanç duyuyorum.

  
 

AKKUYU ÇED RAPORU’NA DÖNÜK OLARAK,

AKKUYU’NUN, DEPREM İLE, YER DAYANIM İLE DAVRANIŞI ÜZERİNE, DEĞİNİMLER

Prof. Dr. Ahmet Ercan [11]

Ekim 2013

Uzmanlığımla ilgili Jeofizik-Jeolojik-Jeoteknik-Deprem bölümü, Nükleer Santral’in en önemli güvenlik sorunundan birini oluşturmaktadır. Bu konuda ÇED kısırdır, anlatım geçiştirilmiştir. Yapılacak, ayrıca yapılan işler sayıldığında, Nükleer Santral’in güvenli bir yere oturup oturmadığına ilişkin ayrıntılı bir jeofizik çalışma ile bunun sonucuna yer verilmemiştir. Böyle bir çalışma EİEİ’ce yıllar önce yapılmış, ayrıca (yetkinliği tartışılır) bir özel işletmeye geçen yıl yaptırılmıştır. Dolayısıyla, yerin ne taşıma gücü, ne de depremle çınlamaya (rezonansa), aşırı çalkalanmaya gelip gelmeyeceği bilinmemektedir. Anlatılanlar, doğrudan Nükleer Santral’in yapılaşmasına ilişkin değil bölgesel yer yapısını derinliksiz bilgilerle anlatır niteliktedir. Bu çalışmada, ayrıca yüzeysel olarak değinilen kaya içindeki erime boşluklarının yörede yoğun olmasının, Nükleer Santral yapılaşmasına etkisi çalışılmalıdır. Bunların jeofizik (elektrik, gravimetrik, manyetik) yönetemlerle belirlenip belirlenmediğinden de söz edilmelidir. Bir nükleer kaza olması durumunda, bu tür erime boşluklarından elde edilen sulama ya da içme suyu olarak kullanılabilecek tüm yeraltı sularının ışınım alarak kirlenebileceği göz önünde tutulmalıdır. Nükleer olarak, bulaşıklanmış (kontamine olnuş) sebzelerin, meyvelerin satılma olasılığı yoktur.

Üzerinde büyük bir deprem beklenmeyen Ecemiş Kırığını İTÜ’nün yaptığı ölçümlü jeofizik çalışmalara göre, ürkütücü değildir.  Ne var ki, veriler dışında yeraltındaki deprem gerginliklerinin beklenmedik büyüklükte bir deprem üretmesi şaşırtıcı olmaz. Nükleer Santral’in yapısının bir bölümü deniz dolgusu içine yapılacaktır. Bu dolgunun olası bir yakın/uzak deprem durumunda nasıl davranacağı, ona nasıl dayanacağı üzerine inandırıcı bulgular uzantısında, deprem sarsıntılarının 4 kat büyüdüğü bilinmektedir.

Değerli arkadaşım  Prof. Dr. Tolga Yarman ile birlikte Mersin ile Akkuyu’da sunuşlarımızda belirttiğim gibi,[12] bölgede asıl göz önünde bulundurulması gereken avkulanma (tektonik) etkinlikleri şöyle sıralanabilir:

1. Kıbrıs Dalma Batma Kuşağı (uzun süredir dingin görülmektedir).

2. Ölü Deniz Kırığı (uzun süredir dingin görülmektedir).

3. Güney Ege Dalma Batma Kuşağı (güncel etkinliğini sürdürmektedir),

4. Doğu Anadolu kırıkları (orta boy depremleri sürdürmektedir).

4000 yıllık geçmiş deprem davranış bilgileri, bu diri, ayrıca oldukça devingen kuşaklar boyunda büyüklükleri M=7,9’a varan, etki alanı 200 km’ye varan çok yıkıcı depremlerin olduğu, bunların denizde yaratmış oldukları süpürtü (tsunami) dalgalarının 1000’lerce kilometre ötede bile etkili olarak kara kıyılarını süpürüp geçtiği, 10 binlerce kişiyi öldürdüğü belgelenmiştir.

Prof. Yarman’ın önemle vurguladığı; “Nükleer Santral’lerdeki kaza oranı %1’e ulaşmıştır” sözünden kaygıyla yola çıkıldığında, bölgedeki 4 000 yıllık deprem geçmişine bakılınca, şu resim görülmektedir:

1. Güney Ege Dalma-Batma kuşağında süpürtü (tsunami) oluşturma olasılığı %13, dalga yüksekliği 1 ile 6 metredir.

2. Ölü Deniz Kırığı’nda ise, süpürtü oluşturma olasılığı %6 , dalga yüksekliği 1 ile 3 metredir.

Deprem ürküntüsü - nükleer santral kazalarının gerçekleşme olasılığının, tam da işte Fukuşima örneğinde yaşanmış olduğu şekliyle, deprem sebebiyle arttabileceği yönündeki olgu dolayısıyla - gayet yerindedir.

Depremlerin şaşmaz bir yasası vardır. Bir yerde belli büyüklükte bir deprem oluyorsa, gelecekte de o yerde en az o büyüklükte bir deprem olacaktır.

Özetle, Güney Akdeniz’de bir nükleer santral kurmak,

1. çevre kirliliği,

2. tarımsal kirlenme,

3. yeraltı suları ile yüzey suları kirlenmesi,

4. gezginciliği (turizmi) bitirmesi,

5. can güvenliğini sarsması,

6. teknoloji bağımlılığı,

bulmaması bakımlarından olumsuzdur. Hava soğutmalı Nükleer Santraller için Türkiye’de çok sayıda uygun yer vardır. Bu yerler, Ankara, Yozgat, Mardin, Gaziantep, Konya illeri’ndedir.

Prof. Dr. Yarman’ın belirttiği olumsuz konulara ek olarak deprem ile yer dayanım ile davranışı bakımından Akdeniz Bölgemiz, nükleer santral için uygun değildir.

Kaldı ki, geçen yıl yapılan halk sorgulamasında Mersinlilerin %70’nin “Nükleer Santral”e karşı olduğu belirtilmişken, hangi demokratik yaklaşım bunun tersine izin verebilir?

DİPNOTLAR


[1] Yazar Prof. Dr. Tolga Yarman'ın kısa özgeçmişi:

1963’te Galatasaray Lisesi’ni bitirdi.

Üniversite öğrenimini Fransa’da gördü; 1967’de, Institut National des Sciences Appliquées de Lyon Mühendislik Okulu’ndan, yüksek lisans düzeyinde mezun oldu. 1968’de, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Nükleer Enerji Enstitüsü’nde, ikinci yüksek lisans öğrenimini tamamladı.

Doktora çalışmasını ABD’de yaptı; 1972’de, Massachusetts Institute of Technology’den Nükleer Mühendislik alanında Bilim Doktoru ünvanını aldı.

İTÜ’de Nükleer Mühendislik alanında, 1977’de Doçent, 1982’de Profesör oldu.

1972-73 ve 1975-77 arası Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Nükleer Mühendislik Bölümü’nde çalıştı.

Yedek subaylık görevini Genel Kurmay Başkanlığı’nda tamamladı.

İTÜ Nükleer Enerji Enstitüsü, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Makina Mühendisliği Nükleer Mühendislik Dalı, Boğaziçi Üniversitesi Nükleer Mühendislik Bölümü, Anadolu Üniversitesi (AÜ) Fen Edebiyat Fakültesi, İ.Ü. Mühendislik Fakültesi ve Siyasal Bilgiler Fakültesi, Galatasaray Üniversitesi ve Işık Üniversitesi’nde öğretim üyesi oldu. Halen T.C. Okan Üniversitesi Öğretim Üyesi.

1977 Eylülü’nde toplanan X. Dünya Enerji Konferansı Genel Raportörü oldu.

1975-1982 arası Başbakanlık Atom Enerjisi Komisyonu (AEK) Nükleer Güvenlik Komitesi, 1978-1982 arası da AEK Danışma Kurulu üyesi olarak çalıştı.

1984’te California Institute of Technology (CALTECH) Mühendislik Bilimleri Fakültesi’nde, konuk öğretim üyesi olarak bulundu. Bu sırada ABD’de çeşitli üniversite ve araştırma merkezlerinde konferanslar verdi.

1995-96 arası Brüksel Özgür Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nde (ULB) konuk öğretim üyesi oldu.

Anadolu Bilim ve Teknoloji Stratejileri Araştırma Enstitüsü (BİLTES) (Eskişehir, 1987), Türkiye Sosyal, Siyasal ve Ekonomik Araştırmalar Vakfı (TÜSES) (İstanbul, 1988), Sosyal Demokrasi Vakfı (SODEV) (İstanbul, 1994) ve Bilim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (BESAM) (1998) kurucu üyesi, diğer yandan Belçika Nükleer Topluluğu, Avrupa Nükleer Topluluğu, ABD Nükleer Topluluğu ve ABD Fizik Topluluğu üyesi oldu.

Genelkurmay Başkanlığı Harp Akademileri Komutanlığı’nda yıldız savaşları, nükleer silahlar, silahsızlanma, dünya enerji siyasası, ileri teknoloji, savunma sanayii alanlarında, 1985’ten itibaren dersler ve konferanslar verdi.

Pek çok Doktora ve Yüksek Lisans çalışması yaptırdı. Uluslararası birçok akademik etkinlikte Türkiye’yi temsil etti. Nükleer enerji, enerji ve savunma alanlarında, bu arada, ülkemizdeki toplumsal dinamikler konusunda kitapları, ulusal ve uluslararası basın ve konferanslarda yer almış çok sayıda çalışması bulunmaktadır. Meslekdaşları ile birlikte, son on beş yıldır Einstein’ın Görecelik Kuramı ile Modern Atom Kuramı’nı birleştirmek üzere geçekleştirdiği çalışmalar, çeşitli dünya bilim merkezlerinde, yükselen yankılar bulmaktadır.   

[2]http://www.csb.gov.tr/db/ced/editordosya/Akkuyu_NGS_CED_Raporu.pdf

[3]Akkuyu’ya 1976’da, Yer Lisansı veren TAEK Nükleer Komitesi’nin Üyesi olduğum, hatırlanabilecektir. Şu ki, o gün itibariyle işte tam da dikkat çekmek istediğim doğrultuda söz konusu nükleer kazalar yer almış değildir. Fazla olarak, gerek Dünya’da, gerekse de bunun uzantısında Türkiye’de, nükleer enerji üretimine, temiz ve ucuz bir seçenek olması yönünde geliştirilmiş bulunan kanaat zemininde, yegane uygun seçenek, giderek artan Dünya elektrik talebi çerçevesinde, bu talebi karşılamada, teknik bir zorunluluk olarak bakılmaktadır. Türkiye’de uygun yer, gerçekte, bir yandan İstanbul odaklı Türkiye Sanayii’ne yakınlığı, diğer yandan deprem açısından sükûneti itibaiyle, Trakya’nın, Karadeniz Sahili’dir. Ancak buraya Genelkurmay Başkanlığı, bilhassa Soğuk Savaş, o arda Yunanistan’la yaşanagitmekte olan sorunlar  dolayısıyla, onay vermemektedir. 

  

 Yol boyu, şu kritik gelişmeler vukua gelmiştir:

1)    1973 ve 1979 Petrol Krizleri dolayısıyla, Dünya, bilhassa Batı Avrupa ( hatta giderek ABD), Orta Doğu petrollerine bağımlılıktan çıkmak isterken, evet bir yandan nükleer elektrik üretimine abanmıştır, ama öbür yandan başka seçenekler geliştirmeye koyulmuştur. Bu çerçevede alışılmamış enerji kaynaklarına yatırımlar yapılmıştır ve bunlara vergi indirimleri uygulanmıştır. Önemlisi, enerji verimliliği çalışmaları boy atmıştır. Bu çerçevede Dünya, ayrıca çok mizahî olarak  görebilmiştir ki, yaptığı her işi kullandığı enerjinin yuvarlak yarısını kullanarak yapma imkanına sahiptir. Bu tesbit, talebi, beklenmedik ölçüde biçmiş, aşağılara çekmiştir. Öyle olunca, nükleer enerji üretimi Dünya’da da, Türkiye’de de, teknik bir zorunluluk olmaktan çıkmıştır (bknz “Nükleer Santral Seçim Karaarı Artık Siyasal Niteliktedir!”, T. Yarman, Düşünenlerin Düşünceleri, Milliyet, 29 Eylül 1984).

2)    Yukarıdaki, Metin içinde değindiğim Nükleer Reaktör Kazaları vukua gelmiştir. Bu kazalar,  nükleer enerjiye olan kamu güveninde ciddi hasarlar peydahlamıştır.   

3)    Kazalar sebebiyle, i) ilave güvenlik sistemleri tasarlanmak zorunda kalınmıştır, ii) lisans inceleme süreleri ciddi olarak uzamıştır, iii) reaktör inşa süreleri bağıl olarak, bu arada kontrol etkinliklerinin artması dolayısıyla uzamıştır, iv) böyle olunca, nükleer enerji üretimi, “ehven” olmaktan çıkmıştır.

4)    Nükleer atık definmeselesine nihaî çözüm, milyarlarca dolarlık harcamalara karşın, demokratik süreçlerde çevre halkın onayı istihsal edilemediği için, yürülüğe konulamamıştır.

5)    Ömrü dolan nükleer reaktörün sökümmeselesi, astarı yüzünden pahalıya gelen, beklenmedik bir resim, çizmiştir.

6)    Bu durumda, örneğin ABD’de 1978’den sonra tek bir nükleer santral inşa edilmemiştir.

7)    Diğer çok önemli bir nokta, Dünya Üranyum Kaynakları da (6 milyon ton), tıpkı petrol ve doğal gaz kaynakları gibi sonludur. Bugun kurulu nükleer kapasite kadar bir kapasiteye daha, ancak, yetebilir.

8)    Bundan önce (1970’ler), yaktığı yakıt kadar Plütonyum üretebilen Hızlı Üretken Reaktörler (Fast Breeder Reactors / FBR) üzerinde duruluyordu. Plütonyum üretimi yolu, işaret ettiğim üst kapasiteyi, 100’le çarpabilecekti. FBR’ler olmadan ise, Dünya’da nükleer enerji üretimi, sonunda işte, çıkmaz bir yololuşturuyordu.

9)    FBR’ler maalesef teknolojilk zorluklar dolayısıyla, güven vermedi. Bu arada Plütonyumun, içinde üretildiği ortamdan sıyrılması çok meşekkatli çıktı. Bu yüzden bu yoldan, çoğunlukla vaz geçildi. ABD, örneğin, yanmış nükleer yakıtlarını, Plütonyum sıyırma işlemini yapmaksızın gömme kararını verdi.

10) Bu arada Soğuk Savaş bitti. Genelkurmay Başkanlığımız, Trakya Karadeniz Sahili’ne koyduğu nükleer ambargoyu kaldırdı.

   Bütün bunları (keza kimilerine, birazdan değineceğim görüşlerimi), 3 Aralık 1999’da, Başbakan Ecevit’in davetiyle katılmaktan kıvanç duyduğum, Enerji Zirvesi’nde enine boyuna anlattım. Günün Enerji Bakanı, konuşmamın başında lafa atlayarak:

-   Sayın Yarman, Akkuyu’ya yer Lisansı veren üç bilim adamından biri sizsiniz,diyerek, yanında getirdiği lisans belgelerini haziruna göstermek istedi.             

Bense (muhatabım Bakan değil, Başbakan olduğu için, O’na döndüm):

Sevgili Başbakanım, Akkuyu yer lisansı çalışmalarının içinde yer almaktan onur duyarım. Bu çalışmalar  akademik hayatımın en taçlı sayfalarını oluşturur. Şu da var ki, Kanunî Sultan Süleyman zamanında, ayrıca teknik açıdan gayet makbul olarak istihsal edilmiş olacak “Taksim’e bir hamam kurma ruhsatı“ ile bugün gidip, orada bulunan Cumhuriyet Abidesi’nin yerine bir hamam kurmaya kalkarsanız, size gülerler, dedim.   

  

   O bakan daha sonra (4 Ekim 2000), basında (Milliyet), yer alan bir demecime karşı altı aylık maaşım  tutarında  bir tazminat davası açtı (E 2000/762, Ankara 2. Asliye Hukuk Mahkemesi). Davasını, bakan iken kaybetti.

[4]    SRE (Sodium Reactor Experiment / 1959 /ABD), SL-1 (1961/  USA), Enrico Fermi 1 (1966 / ABD), Chapelcross 2 (1967 / İngiltere), Saint-Laurent A1 (1969 / Fransa), Brown Ferry (1975/ ABD), Saint-Laurent A2 (1980 / Fransa), Greifswald 5 (1989 / Almanya).    .

[5]  Burada şu husus hakkaniyetle belirtilmelidir ki, Fukusima Kazası olurken, Japonya’nın farklı farklı mevkilerindeki, diğer nükleer reaktörler, kazayı, deyim yerindeyse, “burunları dahi kanamadan”, atlatabilmişlerdir. Japonya’da, toplamda 54 reaktör bulunmaktadır. Bunlardan üçü kazaya kurban gittiğine göre, Japon, Nükleer Mühendisliği, Nükleer Reaktör İnşa Mühendisliği, Deprem Mühendisliği, Okyanusbilim Mühendisliği, yüz üzeriden yaklaşık 95 almaktadır ki, bu gelişme, takdire elbette çok şayandır. Japon nükleer başarısı, ne kadar böyle ise, Fukuşima Kazası’nın Japonya’nın Kuzeyi’ni ciddi olarak etkilediği ve hasara uğrattığı olgusu da maatessüf o kadar varittir. Hal-i hazırda tüm Japon nükleer reaktörlerinin kapalı olduğu ayrıca ve önemle eklenmelidir.

[6]  Yukarıda, Dünya’da toplamda, halen,  400 000 MWe kapasitesinde nükleer gücün bulunduğunu, ifade etmiştim. Çalışan reaktörlerin çoğu, eski, yani ömrünü tamamlamaya yakın olan reaktörlerdir. Her hal-u karda, muhafazakâr hareket etmek üzere, yalnızca son üç büyük kazayı (TMI, Çernobil ve Fukuşima Kazaları’nı) dikkate alırsak,  kazaya duçar olan, reaktörler, toplamda

       

         906 MWe (TMI)  +  1000 MWe (Çernobil)

        + [1x460 MWe+ 2x784 MWe] (Fukuşima’daki üç birim)

        = 3934 MWe,

     yani, yuvarlak 4000 MWe kapasiyeye, baliğ olmaktadır. Bu durumda kaza olasılığı, işte yine,

        4000 MWe/400 000 MWe=%1 ,

çıkmakatadır. Başka bir deyişle, her biri Keban Barajı kapasitesinde, her yüz reaktörden biri, ömrü boyunca akla hayale gelmemiş ve gelmeyecek olan kaza kurguları dolayısıyla, elden  kaçabilmektedir. Bu sonuç, yukarıda işaret ettiğimiz doğrultuda, iyimser bir standartla varsayılagelinmiş olan, her 5000 reaktörden yalnızca birinin bir ömür boyunca elden kaçabileceğine dair, yerleşik olasılığı, demek ki (yukarıda reaktör xyıl, birimiyle yaptığımız hesap itibariyle, vardığımız sonuç tahtında olduğu şekliyle), en az, şöyle bir, 50 ile çarpmamız gereğiyle, örtüşüyor olmaktadır. Irili ufakli öteki kazaları da hesaba katarsak, “gerçekçi kaza riski”,” yerleşik iyimser kaza riskine” oranla, yuvarlak işte, 100 kat kadar yükselmiştir, demek, akılda tutulmak üzere, yerinde bir resim oluşturur. 

               

[7]   Böyle olduğu içindir ki, Prof. Ahmet Ercan ve ben, bugün eğer Türkiye’ye muhakkak bir nükleer santral kurulmak muhakkak isteniyorsa (ki “siyasi iradeye”, onun, demokratik süreçlerde tezahür eden karşı görüşlere, farklı bir Türkiye ve farklı bir Dünya arayışlarına saygılı olması koşuyla, saygılıyızdır), bunun, örneğin, ayrıca deprem açısından sakin, Beypazarı, Yozgat gibi illerimize kurulmasını, öneregeldik. Buralarda reaktörün soğutması, şu ki, suyla değil, hava ile olacağı için, maliyet daha pahalıya gelecektir. Buna karşılık, Akdeniz Bölgemiz’de, ağızdan yel alsın, meydana gelebilecek bir nükleer reaktör kazasının maliyeti, hiç bir biçimde, hiç bir edere kolaydan, irca edilemez.  

[8]  Toplantı, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi’nde, Genel Başkan Yardımcısı Osman Korutürk’ün Ev Sahipliği’nde, Rus NGS Elektrik A.Ş. yetkilisi ve uzmanlarından  (Alexander Superfin  /  Akkuyu NGS Elektrik Üretim A. Ş. Genel Müdürü, Raof Kasumov / Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Alexander Afrov / Akkuyu NGS Elektrik Üretim A.Ş. Teknik Genel Müdür Yardımcısı  Alexander Ananiev ve Rusya Büyükelçiliği 3. Sekreteri’nden), oluşan, heyetle, Türkiye’den, Necdet Pamir, Teoman Alptürk ve benim, katılımımızla, gerçekleşti. 

[9]  İlginçtir ki, raporda “sabotaj” sözcüğü, Rapor’da, tek bir yerde (Bölüm V.1.1-1.28 - Sayfa 66) o da, soyutta geçmektedir. Buradaki cümle aynen şudur: “Proje kapsamında, doğal  afetler, kazalar ve sabotaj "acil durum" olarak kabul edilir.”

[10] Böylesi bir ölçütün, Turizm Etki Değerlendirmesi ölçütü gibi, 1970’lerin başlarında; nükleer enerji üretim konjonktürü (yapısal özellikleri) bugünkünden çok farklı olduğu için, skoplarda katiyen bulunmadığı, önemle anımsanmalıdır.

[11] Prof. Övgün Ahmet Ercan’ın kısa bir özgeçmişi:

10 Kasım 1947 (15.03.1948 Belgeli)‘de Aydın-Nazilli’de doğdu. Bilimci, Jeofizik Mühendisi, Türk Dili Araştırmacısı, Çağımcı (Gazeteci), Yazar, Düşünür, Kamusal Toplum (STK) Örgütçüdür. İstanbul Üniversitesi (İÜ) (Tüleklik-Lisans) / 1970, ABD Kaliforniya Stanford Üniversitesi (Unganlık-Master) / 1973, Colorado CSM (Ökelik-Doktora) / 1975, Massachutsetts Institute of Technology MIT (Ökelik üstü-Post Doktora) / 1980 derecelerini almıştır.

1975 – 2004 arası İTÜ Maden Fakültesi Jeofizik Mühendisliği’nde öğretim üyeliği yapmıştır. 2011‘den günümüze İTÜ Jeofizik ile Maltepe Üniversitesi İnşaat Müendisliği. Bölümleri’nde öğretim üyeliği yapmaktadır.  17 kitabı, 420 bilimsel yayını, Türkiye sorunlarına yönelik 905 araştırma tasarımı vardır. 24 Kamusal (Sivil) Toplum Kuruluşu’na üyedir. SENATO ile ŞANTİYE dergileri ile Beşiktaş, Yeşil Dünya gazetelerinde sürekli köşe yazarıdır.

Türkiye’de ilk kez “Jeofizik Mühendisliğini” 1983’de kurduğu YERALTI ARAMACILIK Bilimsel Araştırma Kuruluşuyla özelleştirmiştir.

2000-2002’de TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası Genel Başkanı, 2002-2004’de Türkiye Jeofizik Kurumu Derneği Genel Başkanlığı, 2006-2007 Arası İran Devleti’nin petrol danışmanlığını yapmıştır. 2010’da “Ülkeler Deprem Ağı Türkiye Başkanlığına” atanmıştır. 2011-2012 arası TMMOB JFMO Başdanışmanlığı yapmıştır.

1974’de Amerika’da “Yılın En Başarılı Yabancı Öğrencisi”,

2000’de İÜ İletişim Fakültesi “Yılın İletişimcisi “(Deprem Eğitimi ile),

2002’de Halkın Onur Ödülü,

2002’de ADD’ce Yılın Atatürkçü Bilim Adamı,

2003-2005’de Aydın Derneği Yılın Deprem Bilimcisi,

2005 Uluslar Arası Azerbaycan Jeodinamik ve Petrol Toplantısı “En başarılı Bilim Adamı”,

2012 Dil Derneği “Yılın Bilim Adamı”

2013 Fen Bilimlerinde “Yılın Yerbilimci Bilim Adamı” ödüllerini almıştır.

İlgi alanları; Kentsel Dönüşüm, Yapılaşma ile Yapı Jeofiziği, Deprem Kestirimleri, Yeraltı Kaynakları Aramaları, Arkeojeofizik, Türk Dili Araştırmalarıdır.

Araştırma, eğitim, yayın, danışmanlık, sunuşlar (konferanslar), TV izlenceleri yaparak yaşamını sürdürüyor.

Eşi Bosna-Hersek İstanbul Konsolosu’dur. Bir oğlu, bir kızı, iki torunu vardır. Çilim (sigara) ile alkollü içki içmez. Organlarını bağışlamıştır.  Türkçe, İngilizce bilir. Katıksız Atatürkçü, bilimgüder (laik), yurtseverdir. Al bayrağını, ikiteker sürmeyi, ağaç dikmeyi sever. Kavalalı Mehmet Ali Paşanın büyük torunudur.       

[12]  T. Yarman, A. Ercan, Depremsellik, Enerji, Nükleer Enerji, Dünya ve Türkiye, i) Belediye Kongre Sarayı, Mersin, 18 Şubat 2012,  ii) Yeşiliovacık Beldesi, 19 Şubat 2012,  iii) Büyükeceli Beldesi, 19 Şubat 2012.