Yönetim biliminde çalışanlarla ilgili yüzlerce kuram, binlerce teknik vardır, daha çok üretilecektir de. Adı, felsefi dayanağı, yaklaşımı ne olursa olsun, sonuç hep aynıdır; etkililik ve verimlilik putuna iman etmek. Yönetim rasyonal eylemler dizisidir ve yöneticilerin rasyonalite adına işgörenleri çalıştırma çabaları bana hep inekten daha fazla süt çıkarma çabası olarak gelir. Açıklamama izin verin.

İnekleri bilirsiniz. Okuyucuların hatırı sayılır kısmının inekleri süt reklamlarındaki karakteri ile bildiklerini tahmin ediyorum. Peki, siz ineği kafanızdaki inek algısına uyar mı sandınız? Değildir.

İnanmazsanız süt sağmak için bir kova alın ve altına çömelin de görün; yersiniz tekmeyi. Kova bir yana, siz bir yana gidersiniz.

İneği sütü için besleriz ama ineğin size süt vermek gibi bir derdi yoktur. O, sütünü kendi yavrusunu emzirip doyurmak için üretir. Biz insanlar türlü yolunu bulup, ineğin yavrusu için temin ettiği sütü çalar, kendi çocuklarımıza içirir ya da yağ, peynir ve yoğurt gibi ağartıya dönüştürür, yeriz.

Çocukluğumda ineklerimiz vardı ve abamla (annemle) ineklerin ilişkisi hep ilgimi çekerdi. Abam inek sağmaya gidince eteğine yapışır ya da peşinden damlardım; ineklerle özel bir ilişkisi vardı.

İnek deyip geçmemek lazım, her birinin ayrı bir kişiliği var. Onlardan süt sağmanın yolunu bilmek gerekiyordu. İneklikte kariyer yapmış kıdemli ineklerin sağılmasında başka, yeni anne olmuş ineklerin sağılmasında daha başka yaklaşım kullanmak gerekiyordu. Abam her birine farklı taktikler kullanıyor ve sonunda sütü sağmayı başarıyordu. Bilmem kaçıncı yavrusunu doğurmuş inekler sağılma konusunda biraz daha vurdumduymaz oluyordu. İlk defa anne olanlar ise bütün sütü yavrularına emzirmek istiyordu. Memesi süt dolu olduğu halde süt akmıyordu. Abam onlara daha çok zaman ayırmak zorunda kalıyordu. Daha çok tımar, daha çok ninni, daha çok türkü ve daha çok iltifat yağdırıyordu. İltifat ve sözleri o kadar güzel olurdu ki, itiraf etmek gerekirse kıskanırdım; bana niye öyle güzel sözler söylemiyor diye… Abamın elinde sopa görmüşlüğüm vardır ama inek sağmaya giderken elinde sopayı hiç görmedim.

Bazı inekler, ki genellikle kıdemli inekler öyleydi, tatlı sözlere kanmıyorlardı. Bazıları kayıtsız olurken bazılarının aksiliği tutardı. Abam onları ahırdan alarak ayrı bir yerde bir ineğin sevebileceği yiyeceklerden yedirerek, bir çeşit kayırıp, özel ilişkisini pekiştirir, öyle sağardı. 

İnekleri sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez sağıyordu. Önce ineğin yanına gidip onu sevip okşuyordu. İneklerin bu okşamayla mest olduklarını düşünürdüm. İneklere ninni, türkü ve mani söyleyip onları yatıştırıyordu. Arada bir ellini ineğin içi süt dolu kocaman memelerine uzatır, derdinin ne olduğunu ima ederdi sanki. İnekler durumu anlardı sanırım ama huzursuz heyecanlarını da hissederdim. Abamı gürünce yavruları ve onlara duydukları özlem akıllarına geliyor olmalıydı. Abam gelince biraz sonra ayrı yerde tutulan yavrusunu görebileceğini düşünüyor olmalıydılar; koşullanma… Öyle de olurdu. Abam bir elinde süt kovasıyla yavruyu serbest bırakıp, birlikte gelirlerdi. Elbette yavrunun annesine daha doğrusu süte saldırırcasına koşmasını hem buzağılar hem de onları izleyen benim için büyük bir keyifti. Anne ineğin derdi yavru, yavrununsa memeydi. Yavru annesine neredeyse hiç bakmazdı, doğrudan memeye saldırırdı. Öylesine bir iştahla emerdi ki annesinin canını acıttığını hissederdim. Buna rağmen inekler yavrularını önce koklayıp sonra yalayarak sevgi üretip paylaşırlardı. Abam kısa sürede yavrunun başında biter, somurduğu memeyi bıraktırır, diğer memeleri de emmesini sağlardı. Sanırım memeleri ıslattırıp hamlığını gideriyor (abam bu aşamaya “alıştırma” diyordu) hem de meme ucunda birikmiş, belki de kirlenmiş sütü buzağıya emdiriyor, o da anneydi ve bana sütün daha sağlıklısını sağıyordu. Eklemem lazım, ilk aylarında yavrunun daha fazla süt emmesine izin verirken sonrasında neredeyse hiç emzirtmezdi.

Yadigâr ineği ayrıca anlatmalıyım. Evde Yadigâr’ın hüzünlü hikâyesi anlatılıyordu ve ailede onun diğer ineklerden farklı bir konumu vardı. Annesi onu doğururken ölmüş. Yadigârlığı oradan geliyordu. Tuhaf biçimde bir asaleti vardı ineğin, abam, “mübarek hayvan insan gibi, anlayışlı” derdi, arkasından eklerdi, “anası da böyleydi”. Yadigâr’ın sağılması hatıram çok acıklıdır. Doğum sırasında yavrusu ölmüştü. Bir defa tanık oldum. Abam o ineğe ağıt söyleyerek yaklaştı ve ağıdına kendisi de ağladı. Ben de ağlayarak izlemiştim; abam ağladığı için ağlamıştım sanırım. Son anda dışarı çıktım ve Yadigâr sağılırken ben hep çıkardım. Sahne çok dramatikti. Ölen yavrunun postunu kuru ot ile doldurmuştu. İneğe onu gösteriyor, hayvan o postu koklayıp yalarken abam sütünü sağıyordu. Üstelik sağım bitince yavrunun postunu ineğin adeta çırpınmasına rağmen ondan ayırıp bir sonraki sefer kullanmak üzere kaldırıyordu. Galiba o sıralar sağılan tek ineğimiz oydu. Abam ahırdan hep gözü yaşlı çıkardı. Bir süre sonra onu sağmaktan vazgeçti. Belki de inek gerçeği kabullendi ve durumu anlayarak sütünü kesti. Abamın hem ağlayıp hem de o ineğin sütünü sağma davranışını uzun yıllar açıklayamamıştım. Mesele oldukça gerçekçiydi. Biz ineği inek olduğu için değil, sağılması için, daha açıkçası sütü için besliyorduk. Ancak babamın olaya bakışı daha farklıydı; abama ve ineğe sitemkârdı; abama, buzağıya belki de iyi bakmadığı için, ineğe de sağlıklı bir yavru yapmadığı için!

Bozkırda realizm hakimdi ve rasyonalizm esastı. Tabii ki bencil bir pragmatizm değil; hayat bilgece bir paylaşımcılık zemini üstünde sürdürülüyordu.

Arifsiniz.

Yönetici, inekten daha fazla süt çıkarmasını bilen kişidir, vesselam.