Orta yaşın biraz üzerinde, zayıf, kılık kıyafeti  dökünük sayılabilecek  bir adam... Elinde bir gül demetiyle  dolaşıyordu. Kafelerin dış mekânlarındaki masalarda oturan çiftlere bu demetten bir gül uzatıyordu. Kafelere ait bahçelere girmiyordu muhtemelen girmesi yasaktı. Sadece kafeyi çevreleyen bölmelerin bitişiğindeki masalarda oturan çiftlere gül uzatabiliyordu. Para karşılığında bunu yapmadığı belliydi. Bu davranışında kötü bir niyeti  de  yok gibiydi. Gelin görün ki gülü  uzattığı çiftlerden hiçbiri o çiçeği almayı kabul etmedi. O adamdan  rahatsız oldukları belliydi. Adam ısrarla gülü  uzattıkça masadakiler bunu kabul etmiyordu. Çiçeği gayrı ihtiyari almış bulunanlar  ise hemen o  çiçeği geri vermeye kalkıyordu. O adam ise sürekli bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Nihayetinde ise söylene söylene çıkıp gitti. Oysa yaptığı şeyin doğru ve güzel bir davranış olduğuna o kadar emin bir hali vardı ki  insanların ona bu şekilde tepki vermesini yadırgıyor gibiydi.  Masadakiler de   o adamı yadırgıyordu. Ben  de  yadırgadım onu. Çünkü bu davranışı iyi niyetli olsa bile normal gelmedi bana. Bu devirde durduk yere birisi karşınıza çıkıp size bir şeyler vermeye kalkışıyorsa ya bir menfaati vardır ya da  ruhsal bir sorunu. Üçüncü bir seçenek ise biraz zayıf bir ihtimal gibi kalıyor. Yani aklı başında bir insanın bir değer uğruna böyle şeylere girişmesi... Üçüncü seçenek niçin zayıf kalıyor? İşte  bu ihtimalin zayıf kalması  çok acı bir şey... Burada o adamın üslubu, tavrı ve dış görünüşüyle insanlar üzerinde bıraktığı intiba ile aklı başında bir insanın yaklaşımını kıyaslamak yanlış olacaktır. Aklı başında insan nasıl davranır? Bunu izah etmeye çalışmayı ukalalık olarak görüyorum. Belki ukalalık olarak değil de kendimi bu konuyu açıklamakta yetersiz görüyor da olabilirim. Beni etkileyen nokta şu ki elinde gül demetiyle dolaşan adamın dramını anladığımı hissediyorum ve anlar gibi olduğum için heyecanlıyım? Anlar gibi olmak insanı heyecanlandırmaz mı?

Bir şeylerin nasıl olduğunu nasıl işlediğini bir an için kavrayabilmek beni mutlu ediyor. Zihnimde kıpırdanmalar hissediyorum. Bazı şeylerin perdelendiğini hissettiğim zamanlar da oluyor. Beynimde açıklığa kavuşturulmak için zorlanan bir nokta ve belki de açıklığa kavuşturulmak için çaba harcanmayan bir sürü nokta var. Hatta açıklığa kavuşması daha zor olan beynimin dışındaki noktalar…  Bir şeylerin etrafından her gün geçip gitmek hissi ama onlara hiç erişememek duygusu beni çok zayıf düşürüyor. Gerçekleri hiçbir zaman anlayamamaktan çok korkuyorum. Düşünüp taşınıp bir takım kararlara varıp da onların doğruluğuna inanarak ama aslında içi boş bir düşünce yapısıyla gözlerimi bu hayata kapamaktan çok korkuyorum. Olaylara bakışımda daracık bir alanın ürettiği fikirlerin beni her defasında bir adım geriye götürmesini istemiyorum.

Bazı şeyleri anlamakta zorluk çekiyorum. Bunu çevremde meydana gelen olayların karmaşıklığına bağlamak istemiyorum. Dünyada pek de fazla karmaşıklık olduğuna inanmıyorum. Bir karmaşıklık varsa o da benim zihnimde olsa gerek.  Bazı şeyleri geç anlıyorum. Bazı insanların ise daha çabuk algıladıklarına şahit oluyorum. Çoğu zaman anlayamadıklarımın aslında ne kadar basit şeyler olduğunu fark edebiliyorum. Bu özellikle insanlarla iletişim kurmaya çalıştığım zamanlarda başıma çok geliyor. Anlayamamak ve ardından gelen mahcup ama en azından samimi bir gülümseme… Keşke anlayamamak,  sadece gündelik yaşamın ayak oyunlarına akıl erdirememekle sınırlı kalsaydı. Aslına bakılırsa çıkarı için sizinle konuşmaya çalışan veya çıkarı zedelendiği içi sizinle konuşmayan insanları anlamaya çalışmak da insanı gerçekten yoruyor ve bu hiç tatlı bir yorgunluk değil. Her devrin her şeyi bilen zavallılarına nazaran bu devrin zavallıları çok pervasız. Bu pervasızlarla da mücadele etmek gerekmiyor mu? Kim bilir belki bilgiye ulaşmanın yolu o mücadeleden geçecek.

Nefes almanın bile giderek güçleştiği bugünkü dünyamızda insanların oradan oraya savrulup gitmeleri işten bile değil. Bu açıdan baktığımda adeta sert bir rüzgâra karşı yürümeye azmetmiş insanlara saygı duyuyorum. Bilginin peşinden koşanlar var. O bilgi ki uhdesine girdiği zihinden bir diyet istemektedir. Değeri karşılığında onu taşıyabilme ruhsatıdır bu diyet. Bu ruhsatı elde edebilmek için ödenmesi gereken bedelin üstesinden gelemeyen bir zihin darmadağın olabilir. Bilgiyi yönetebilmek nasıl bir zihin gerektirir? Hiç okumayan, araştırmayan bir insan bile her gün yazılı, görsel veya işitsel bilgi kaynaklarından yayılan nice bilgiye maruz kalıyorsa araştıran, düşünen ve sorgulayan bir insanın ortasında kaldığı bilgi fırtınasının şiddetini düşünelim. Zihindeki belki de kesintisiz imgeler geçidini düzene sokma çabası; duygusallığı ve kimi zaaflarıyla bu hayata tutunmaya çalışan insanın kırılganlığını kat kat arttırmaz mı? Üstelik mücadelesi sadece kendiyle değil etrafı her şeyi bilen pervasızlarla sarılıyken…

Elinde gül demetiyle dolaşan o adam kimseden iltifat görmemişti. Zihnimde taşıdığım fikirlerle ben de onun gibi söylene söylene arkamı dönüp gidecek miyim? Öyle bilim insanları ve düşünürler gelmiş geçmiş ki şimdi onların bazı görüşleri ve bulguları çürütülmüş halde bizlere anlatılıyor. Onların ortaya koyduğu eserler olmasaydı o eserlerin üzerine yapılan araştırmalar ve o araştırmaların sonucunda elde edilen yeni bilgiler olmayacaktı. O insanların düşünceleri ve teorileri halefleri için doğrusuyla yanlışıyla bir rehber oldu. Bir insanın eser olarak bıraktıklarıyla ilgili kafa yorulması kayda değer değil midir?  O buluşlar veya kavramlar bugün o ilk heyecanlı dönemlerini yitirmiş olsalar bile.

Ben zihnimde derdiğim gül demetlerinin benim zoraki ve sonuçsuz kalacak olan dağıtımıma gerek kalmadan elden ele dolaşmasını istiyorum. Bu bir kibir mi, ego tatmini mi? Olabilir… Her şeyden evvel 21. yüzyılın her şeyi bilen zavallılarından olmak istemediğim gibi düşünememiş olmak da istemiyorum. Belki hayatım boyunca çok fazla saçmalamış olacağım ama bir şeylerin değişmesi adına belki de işe saçmalamakla başlamak gerecek. Düşüncelerimizi ve hissettiklerimizi korkusuzca ve tüm samimiyetimizle sarf edemezsek gerçekten düşünmüş olur muyuz? Bu işin sonunda elimizde kalan gül demetiyle bir başımıza kalma tehlikesine rağmen mücadele etmeye değmez mi?