Sürgün ve göç, asırlar boyunca Ahıska halkının hayatının bir parçası olmuştur. Yaşanan bu sürgün ve göç arasında 14 Kasım 1944 tarihi bu halkın tarihinde bir dönüm noktasıydı. Sürgünün acılarını yüreklerinde hisseden bu insanların kendilerini toparlamaları, sürgün esnasında yaşanmış zulümleri, sürgün sonrasında yaşanmış olan zorluk ve acıları unutmaları hiç de kolay olmamış ve olmayacaktır. Evinden, barkından, bağ-bahçesinden, köyünden, kasabasından, şehrinden ve en önemlisi ana vatanından sürgün edilen bir insan, yapılanları asla unutmaz. 

Sürgünde yaşayan bir halk, kendi kimliğini, dilini ve kültürünü korumak adına mücadele eder. Yeniden ayağa kalkınca yapacağı en doğru davranış millî varlığının sürmesi için ardında insanı insan yapan ana diliyle yazılmış olan eserler bırakmaktır. Yaşanan tarihi kaleme alıp kaydetmenin ve canlı tutmanın sağlayacağı faydayla, dilden dile dolaşan, nesilden nesle aktarılan türküler, maniler, şarkılar, hikâyeler ve masallar toplumun bir araya gelmesini, yeniden var olmasını, kendi kimliklerine dönmelerini temin eder. 1944 sürgünü ve sonrasında Ahıska halkının ürettiği gurbet, vatan, hasret kokan şiir ve hayat hikayeleri halkın hem sesi olmuş hem de onları kendine getirmiştir.

Hayat hikâyelerini anlatan, gurbet, vatan, sürgün, hasret kokan şiirleri yazan Ahıskalı şair ve yazarlarından biri de Ali Paşa Veyseloğlu’dur. Ali Paşa Veyseloğlu 1922 tarihinde Ahıska vilayetinin Aspinza kasabasında dünyaya geldi. Eğitimini Azerbaycan Türkçesiyle alan ve dereceyle tamamlayan Veyseloğlu, öğretmen olarak görev yaptı.

Ali Paşa Veyseloğlu, 1941 tarihinde başlayan İkinci Dünya Savaşı’na katılmıştır. Bu savaşta göstermiş olduğu başarılı mücadele sonucunda başta “kahramanlık nişanı” olmak üzere birkaç savaş madalyasına layık görülmüştür. Savaş sonrasında ailesinin sürgün edildiği Kazakistan’ın Almatı bölgesine yerleşir.

Ali Paşa Veyseloğlu, sürgün sonrasındaki zorlu mücadelede Ahıska Türklerinin bir aydın ve bilge kişisi olarak milletine hizmet etmiş anlamlı şiirleriyle hayata tutunmayı, ayakta kalmayı, dillerine sahip çıkmayı öğretmiş şairlerdendir.

2016 yılında vefat eden Veyseloğlu, ömrün sonuna kadar Ahıska Türklerinin manevi lideri olmuş, Ahıskalıların gönlünde taht kurup unutulmaz kişiler arasında yer almıştır.

Aslında sürgün sonrasında yerleştirildikleri yerlerde Ahıska Türkleri kendi kültürlerini yaşatma imkânı bulamadıkları için halk edebiyatında Ahıska'daki canlılığı sürdürememişlerdir. Sürgün yerlerinde hayatta kalma mücadelesini veren bu halk her türlü zorluklara rağmen sözlü gelenek halinde edebiyatını yaşatmaya gayret etmişlerdir. Vatana duyulan hasreti dizelerinde yaşatmaya çalışmışlardır.

Ben, henüz üniversite öğrencisi iken, Ali Paşa Veyseloğlu ile Ankara’da yapılan bir Ahıska toplantısında karşılaşmıştım. Sürgünü tüm çıplaklığıyla yaşayan bu yaşlı insana baktığımda çektiği tüm acılar gözlerinden okunuyordu. Vatan, sürgün, gurbet, hasret kokan bu bilge kişi ile uzun uzun sohbet etmek istedim. Ancak böyle bir fırsatı yakalayamadım. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okuduğumu söyleyince Ali Paşa dede bana daktilo ile yazmış olduğu “Трагедия Аспинзы” (Aspinza Dramı) başlıklı Rusça metni uzattı. Aspinza doğumlu olan Ali Paşa Veyseloğlu, bu metinde doğup büyüdüğü Aspinza'yı ve sürgünü anlatırken, vatan hasretini de büyük bir ustalıkla dile getirmiştir. Bu yazıyı Türkiye Türkçesine aktararak siz okuyuculara sunmak istedim.

Daktiloyla yazılmış bu metnin sonunda Ali Paşa dede kurşun kalemle de bir not düşmüş. Notta Ahıska sürgünü öncesindeki aydın imhasına (represya) gönderme yaparak, "Her bir ilçe için buna benzer şeyler yazılabilirdi. Ancak her bir ilçenin Aspinza'nın olduğu gibi Ali Paşa Veyseloğlu gibi eli kalem tutan bir evladı yoktu.” diye yazmış ve şunu da eklemişti: “Bütün bu anlattıklarım "Turnalar" adlı bir destanın konusu olmuştur." Aşağıdaki metnin hikâyesi budur.

Ali Paşa Veyseloğlu'nun vefatını duyunca büyük bir üzüntü yaşadım ve bana emanet ettiği bu yazıyı çevirip yayınlayarak onu saygıyla ve rahmetle anmak istedim. Allah'tan onun için rahmet dilerim.

 

 

ASPİNZA DRAMI

Ali Paşa Veyseloğlu

Aspinza; 1944 tarihinde Türklerin sürgün edildiği Gürcistan’ın güney-doğusunda yer alan dört ilçeden biridir. Güney ve kuzeyden yüksek olmayan dağlarla, orman ve zengin bir ot ve çeşit çeşit çiçeklerle örtülü çayırlıkla çevrili bir yerdir. Dağlardan aşağıya akan sular ise buz gibi soğuk ve turnanın masum gözü gibi tertemizdir. Bu su, insanlar tarafından tarla ve bahçelerin sulanmasında ve elbette diğer ihtiyaçlar için de kullanılırdı.

Aspinza’nın doğusunda Ardahan dağı yükselmektedir. Aspinza’da bu dağın eteklerinde Ardahan nehri yer almaktadır. Dağlardan aşağı inen sayısızca çayların akıp karıştığı bu nehir üç (Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan) ülkenin içinden geçmektedir. Bu nehrin adı Kür'dür. Kür nehri Hazar denizine dökülmektedir. Bu nehir Kafkasya’da yaşayan tüm halklar için fayda sağlamaktadır.

Bu nehrin içinde çeşit çeşit balık türleri bulunmaktadır. Nehrin yakınlarında yaşayanlar ağ ve oltalarla balık tutmaktadırlar.

İnsanlar kışın donmuş nehirde delik açarak epey balık avlamaktadırlar. Bu güzel ve berrak dağ nehrinin suyu çok lezzetlidir. Nehrin kıyılarında pek çok yerde gayzerler (sıcak su kaynakları) bulunmaktadır. Halk arasında “çermük” adını taşıyan bu sıcak sular şifalıdır. Bu sular banyo yapmada kullanılırdı. Çermik sayesinde pek çok insan çeşitli hastalıklardan kurtulmaktaydı. Bu berrak sular ve tertemiz hava Aspinza’nın zenginliklerindendi.

Bu mükemmel iklimin sayesinde insanların organizması daha da sağlam, daha da güçlü ve dayanıklı hale gelir. Burada yaşayan insanlar sağlıklıdır. Buranın insanı mısır, arpa, fasulye vs. yetiştirerek toprakla nasıl uğraşılması gerektiğini gayet iyi bilirler.

Bir diğer uğraşı, bağ-bahçelik; elma, armut ve pek çok diğer meyve (ayva, erik, dut). Bostanda ise karpuz, kavun, salatalık, domates, soğan, sarımsak vd. Bundan dolayı aksakallar küçük Aspinza ilçesini küçük İstanbul olarak adlandırmaktaydı.

Dünyanın bu mükemmel toprak parçasının kendine özgü bir tarihi vardır. Biz de sizlere bu tarihi ana hatlarıyla anlatmak istiyoruz.

Aspinza, Ahıska’dan 32 kilometre uzaklıkta güneydoğuda yer almaktadır. 1930 yılında merkezi ilçe konumuna geçti. Bu ilçeye 67 köy bağlıydı. 1829'dan itibaren Rusya’ya bağlanan Türkiye’nin yedi ilinden dördünün, 1922 tarihinde SSCB ve Türkiye arasında imzalanan Moskova ve Batum Antlaşmasına göre Türkiye’ye iade edildiği, Ahıska, Batum ve Gümrü (Leninakan) olmak üzere üç ilinin ise SSCB (Gürcistan) tarafında kaldığı tarihten bilinmektedir.

Batum’da genellikle Acarlar ve Gümrü Ermenileri, Ahıska’da ise Türkler yaşamaktaydı.

Sovyet zamanında bu bölge dört ilçeye bölünmüştü: Adıgön, Ahıska, Aspinza ve Ahılkelek.

Yüce Rabbim insanı en mükemmel sıfatıyla yaratmış, yeryüzünde bulunan diğer şeyleri de insanoğluna bahşetmiştir. Hayvanları dahi insanların kullanılması için yaratmıştır.

İnsanoğluna aklı bahşetmiş ve davranış özgürlüğü vermiştir. O, insanoğluna kutsal kitapları ve peygamberleri göndermiş, doğru yolu göstermiştir. Kanın dökülmesini ve insanoğluna karşı yapılacak olan kötülükleri yasaklamıştır. Ancak günümüzde namussuz, Allah’a inanmayan insan ve devletler, halkları birbirine karşı kışkırtarak kanın dökülmesine, insanların öldürülmesine ve bu koskoca dünyanın dar edilmesine neden olmaktadır.

1921 yılından bu yana Ahıska Türkleri pek çok acılar yaşamıştır. Kollektivizasyonun başladığı 1929 yılında kolhozlar oluşmaya başlanmıştır. Köylerde hali vakti yerinde olan, diğer köylülerden biraz daha durumu iyi olanların malı mülkü elinden alınmakta, o insanlar da hapse atılmaktaydı.

Aspinza ilçesinden de çok sayıda insanı götürmüşlerdi. O yıllarda yaşayanların %30’u hayatta kalabilmek için dağa çıkmıştı. Dağda, mağaralarda, ormanlardaki 6 aylık bir yaşamdan sonra insanlar sınırı geçerek Türkiye’ye sığınmışlardı. Aspinza ilçesinden 12 kişi, Ahıska bölgesinin genelinde 2000’e yakın insan Türkiye’ye kaçmıştı. Bu davranışlarından dolayı o bölgede kalan akrabaları ise cezalandırılmıştı. Bunu öğrenenlerin %80’i Türkiye’den dönmek zorunda kalmıştı. Onları Sibirya ve hapishane bekliyordu.

1937 yılına yakın Ahıska Türklerinin hayatı gitgide zorlaşıyordu. Her bir köyden suçsuz günahsız genel olarak 20-30 kişi yakalanıyor ve götürülüyordu. Bu insanlar genellikle okumuş, aydın ve dindar kişilerdi.

1940 yılı: İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. Pasaportları Azerbaycan uyruklu olarak düzenleyip verilen 16-50 yaş arası [Ahıska] Türkleri askere alınmıştı.

Buna göre genel olarak 140-150 bin kişilik Ahıska bölgesinin Türk halkı vatanı korumak adına 40 bin evladını cepheye göndermişti. Onlardan 26 bini savaştan dönememiştir.

1944 yılı: Halkın durumu çok ağırdır. Açlık! Erzakın tümü cepheye gönderiliyor! Dükkânlar bomboş! Elbiseler yok, erkeklerin hepsi savaşta! Köyde sadece yaşlılar, kadınlar ve çocuklar var. Yaralı olanlardan bazıları köylerine dönmüşler. Halk sabırsızlıkla savaşın bitimini beklemektedir.

Almanya kaybediyor, gazeteler savaşın bitmek üzere olduğu müjdesini veriyor. İnsanlar zaferin ilanını bekliyorlar.

Ana babalar, eşler ve çocuklar büyük bir umutla akraba ve yakınlarına kavuşmayı umuyorlar.

Aspinza ilçesinin merkezinde bulunan büyük kavak ağacının altında aksakallılar toplanıp müzakere yapıyorlar. Bir aya yakın süre boyunca köylere askerler yerleştirilmiştir. İnsanları kontrol altında tutuyorlardı.

Bir akşam vakti askerler insanları köyün kültür merkezine toplamıştı. Köy askerlerle çevrilmişti. Bir subay, Stalin’in bu topraklardan Türk kökenli insanların sürgün edileceği emrini okudu. Soru sorulmayacaktı! Emre karşı çıkanlar anında vurulacaktı! İnsanların gönderilmesine hazırlanmaları için üç saatlik müddet verilmişti!

Halk arasından savaştan yaralı dönen Ali şöyle söylüyor: “Ben vatan için savaştım, yaralandım, hemşerilerimin çoğu savaş meydanında öldürüldü. Çocukları, yaşlıları, dul kadınları mı vatanlarından sürüyorsunuz? Nerede sizin adaletiniz? Bu nasıl bir emirdir? Biz hiçbir yere gitmiyoruz.” O sırada askerlerden biri Ali’ye ateş ediyor ve Ali ağır yaralı halde yere düşüyor…

Bütün suçumuz Türk olmaktı ve Türkçe konuşmaktı. Bu olay 14 Kasım 1944 gecesinde yaşanmıştı. Benim halkımın kara günüydü. 

Feryat ve ağlamalar! Köpeklerin uluması, hayvanların böğürmeleri!.. Bütün bunlar korkunç bir manzaraydı. Öyle ki adeta toprak da, taşlar da, dağlar da ağlıyor, halkla vedalaşıyordu. Bu büyük bir acıydı, büyük bir felaketti: Vatanla vedalaşma.

Demir yolu Aspinza ilçesinden 40 kilometre uzaklıktaydı.  İnsanları tren istasyonuna kamyonlarla nakletmeye başladılar. Taşımaya Türkiye sınırındaki köylerden başlamışlardı. Bize de sıra geldi. Üç-dört aileyi bir kamyonete bindirdiler.

Tren istasyonunda bir katara tıka basa 8-10 aileyi bindiriyorlardı. Katarlar çok soğuktu. İnsanlarda soğuk şartlarına uygun giysiler dahi yoktu. Sürgün yolunda nadiren sıcak yiyecek veriyorlardı. Yiyecekler genellikle kuru erzaktan oluşuyordu. Bir taraftan soğuk, bir taraftan açlık, kir, gayri sıhhî şartlar ve bit. Bütün bunlar insanları kırmaya, alıp götürmeye başladı. İnsanlar çeşitli hastalıklara yakalandılar. Ölenlerin sayısı meçhul! Mezarlıkları dahi belli değil! Askerler gece yarısı ölüleri demir yolundan 20-30 metre öteye götürüp bırakıyorlardı.

Tren çok yavaş gidiyordu. Bazen bir istasyonda iki-üç gün kadar beklerdi. Trenimiz Ahıska'dan Almatı'ya 27 günde ulaştı. Bu süre içinde bizim katardan 7 kişi ölmüştü.

Almatı'da bizleri ilçelere, köylere, kolhozlara dağıtmışlardı. Biz Almatı bölgesinin Enbekşikazah ilçesinin "Tau-Turgen" köyüne yerleştirildik. Kış çok soğuktu, çok kar vardı. Yerli halk bizleri çok sıcak karşıladı, evlere dağıtıldık. Yerli halk bizimle ekmek lokmasını, kâse ayranını paylaştı. Sürgün edilenlere karşı candan, iyi davranıyorlardı. Biz, Kazakistan'da yaşayan Kazak ve diğer halklar (Uygurlar, Özbekler, Ruslar vd.) tarafından bizlere karşı gösterdikleri insaniyeti ve iyiliği hiçbir zaman unutmayacağız.