Aşağıdaki Metin, Yazar'ın aynı başlıklı Kitabı'nın Üçüncü Baskısı için kaleme aldığı Önsöz'den derlenmiştir.

Metni yayına hazırlayan Sevgili İkram Çınar'a, herzamanki üstün duyarlılığı için

gönül dolusu teşekkürler ediyorum. T.Y.)

Ekim 2010’da, Türkiye’de, bir devir kapanmış, başka bir devir başla­mıştı. Kapanan devir şuydu: Mevcut yapılanmaya ve mevzuata rağmen, 1999’da, üç partinin katılımıyla oluşan Bülent Ecevit Başkanlığı’ndaki Hükumet’in, nükleer girişimden kesin olarak vazgeçmesinden sonra, 2002‘de kurulan Hükumet’in ön almasıyla beraber, nükleer hevesler tek­rardan yükseliyor. Yeni düzenlemelere gidiliyor. Bu çerçevede, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na, bağlanı­yor. Böylesi bir gelişme, ilçe adliyesinin, bütün mahkemeleriyle beraber, İlçe Kaymakamlığı’na bağlanması kadar, abes... Ama gerçekleşiyor. Abes, çünkü, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, kuruluş felsefesi itibariyle, icrayı, demek ki, nükleer santrallerin tesisi söz konusu ise, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın, bu yöndeki faaliyetini denetleyecek olan kuruluşumuz olarak, vücut bulmuştur (1956).

Acemiliklerle dolu,bir nükleer ihale yasası çıkartılıyor (2007). O ka­dar ki, Yasa, Cumhurbaşkanı tarafından, TBMM’ye, çabucak iade edili­yor. Ama, Meclis’ten, tekrar geçiriliyor. Bunun uzantısında, büyük dev­letlerin egemen olduğu, uluslararası nükleer pazarda, Nükleer Santral İhalesi’ne, çıkılıyor. Nedir ki, bir Rus Firması dışında, ihaleye, hiç bir nükleer firma katılmıyor. İhale, Rus Firması’na da kalmıyor. Başka bir deyişle, ciddiye alınmıyoruz. İhale, tam bir fiyasko ile sonuçlanıyor (2009).

Fiyasko; hem Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, hem de Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, üst yönetimlerini, götürüyor.

Bir dönem kapanıyor.

Türkiye’de, nükleer santral tesisi heveslerirne dönük, bu sefer, bam­başka bir yol, gündeme geliyor. Rusya Federasyonu ile Türkiye Cumhu­riyeti, doğrudan bir nükleer anlaşma imzalamak suretiyle (13 Mayıs 2010), Akkuyu’ya bir nükleer santral tesisi konusunda, adım atıyorlar. Anlaşma, Meclis’te onaylanıyor (15 Temmuz 2010). Değişik bir sahife açılıyor. Kitabın, bundan önceki baskısını (2010), tam da bu evrede ger­çekleştiriyoruz.

Rus teknik adamlar, Akkuyu’ya nükleer santral tesisi için, “kazma vurmak” üzere, kolları sıvıyorlar. Bu arada, “muhalefeti” ikna etmek üzere, gayretler sergiliyorlar. Derken, Ana Muhalefet Partisi’ni ziyaret ediyorlar (28 Temmuz 2011). Burada, Değerli Osman Korutürk, Değerli Necdet Pamir, Değerli Teoman Alptürk ve benden oluşan bir heyetle, saatlerce, tartışıyorlar. Müzakerenin sonucunu, Değerli Osman Korutürk, bir basın açıklamasıyla kamuoyuna duyuruyor (1 Ağustos 2011). Bu açıklamanın metnine, Kitabın son kısmında, yer verdim. Burada ise;  tartışmamızda; sürecin nükleer teknik faslına dönük olarak dikkate getir­diğim, kaygıları özetleyeceğim, ki bunlar, yine, Kitabın son kısmında, söz konusu basın açıklaması metninden, hemen sonra, yer verdiğim Çevre Etki Değerlendirmesi (ÇED) Raporu’na dair görüşlerim çerçevesinde, etraflıca anlatılmıştır.

28 Temmuz 2011 tarihli toplantımızda, Rus Meslekdaşlar, önce Akkuyu’ya kurmayı düşündükleri reaktörlerin, ne kadar güvenilir oldu­ğunu, savladılar. Ancak, gösterdim ki, yaşanan kazalar özellikle, hesap edilebilmiş - öngörülmüş felaket senaryoları zemininde, değil - akla ha­yale gelmemiş senaryolar zemininde, vuku buluyor. Duraksadılar; cevap veremediler!.. Burada, hiç bir biçimde, Rus nükleer teknolojisini, azım­sadığım, düşünülmesin. Tersine, Rus nükleer birikimi, Batı nükleer biri­kiminin, altında kalmaz. Çernobil, ne denli hayrete şayan bir trajedya idiyse, bunun sonrasında, kaza etkilerinin üstesinden gelinmesi süre­cinde, Rus Nükleer Mühendisliği’nin, tam bir kahramanlık destanı ola­rak, gündeme oturduğunu, bir o kadar teslim etmenin, hakbilirlik gereği olduğuna, inanırım.

Gerçekte, Rus nükleer birikimi; özgüvenle, o arada, ucuzu ararken, “Çernobil Reaktörü”ne, bir dış güvenlik kabuğu, koymamış. Koysa, 1986’da etrafı tam bir nükleer cehenneme çeviren, kaza, pek muhteme­len, tıpkı 1979’da, Penisilvanya’da (ABD) gerçekleşen, Three Mile Island Kazası’nda olduğu gibi koruyucu dış güvenlik kabuğu içinde tu­tulabilecek ve çevreye zararı, buradakinden fazla, olmayabilecektir. Şu ki, karşı karşıya gelinen gelişmede, önceki, hatta sonraki nükleer felaket örneklerinde olduğu gibi, hesaplanamamış bir “olabilecek olanı”,“ola­mayacak olan” olarak, tasnife yönelik, gaflet, çıkmaktadır, karşımıza!.. Yani, konumuz, Rus teknolojisinin zaafı, katiyen değildir.Büyük kazala­rın hiç beklenmedik şekilde zuhur edebildiğidir, ki, bu olgu, yerleşik risk analizlerini ve kaza olasılıklarını, yerle bir etmektedir.    

28 Temmuz 2011 tarihli toplantımızda,Rus Meslekdaşlar’a, fazla ola­rak, 3 Aralık 1999’da, Başbakan Bülent Ecevit’in davetiyle, katıldığım, “Enerji Zirvesi”nde dediklerimi, ozetledim.

Bu “Zirve”den sonra, üç partiden oluşan Koalisyon Hükumeti, Akkuyu’ya, nükleer santral kurmaktan, vazgeçmişti. Bunun baş bir se­bebi; 1976’da verilmiş olan Yer Lisansı’nın, “Turizm Etki Değerlendir­mesi”ni, keza “Sebze ve Meyve Etki Değerlendirmesi”ni (1970'lerin başlarında, gündemde, bu tür sorunların, dolayısıyla, ölçüt­lerin olma­ması nedeniyle), kapsamamış olduğunun, Liderler’e, tarafı­mızdan, başa­rıyla anlatılabilmiş, olmasıydı. Kısacası, Akkuyu’ya kurula­cak, bir nük­leer santral, şayiası itibariyle olsun, Akdeniz Turizmi’ni, keza Akdeniz Bölgemiz’den, ister Türkiye içine, ister Türkiye dışına, Sebze ve Meyve İhracı’nı, biz ağzımızla kuş tutsak dahi, kaçınılmaz ola­rak,olumsuz etki­leyecektir. Bunun için, kâhin olmaya gerek yoktur. 28 Temmuz 2011 tarihli toplantımızda, Rus Meslekdaşlar’a, devamla, şu saptamalarımı aktardım.

17 Ağustos 1999’da, Gölcük Depremi olduktan sonra, Antalya’daki otel rezervasyonları; yurtdışında, deprem, orayı da etkisi altına almışmış gibi, çok gerçek dışı bir algıya sebebiyet vermiş olarak, bıçakla kesilir gibi iptal edilmiştir. Oysa, Antalya, Gölcük’ten, kuş uçuşu 600 kilomet­reden fazla, uzaktadır.

Kısa bir süre sonra, Antalya Sheraton Oteli’nin Taksi Durağı’nda, hemen oracıktaki taksilere dahi zararı dokunmamış, bir Molotof Kokteyli patlatılmıştır. Demeye kalmadan, Antalya’daki otel rezervasyonlarının birçoğu; yurtdışında, bu kez, “Orada terör var!”, türünden yine, gerçek dışı bir algıya, yol açmış olarak, bir çırpıda, iptal edilivermiştir. Akkuyu, nükleer santrali işletmeye alındıktan sonra; o terör örgütü, bu terör ör­gütü, fark etmeyecektir, yaz mevsimi yaklaşırken, buraya (hatta, “blöf” niteliğinde olarak), bir “sabotaj” yapacağını ilan etse,turistin kaçacağını görmemek için, kör olmak, gerekir. Santrali istediğiniz kadar iyi korudu­ğunuzu savunun, sonuç değişmeyecektir.

Unutulmamalıdır ki, Türkiye’nin yıllık turizm geliri, 30 milyar doları aşmış bulunmaktadır ve bunun yarıya yakını (bu değilse, yuvarlak üçte biri), Akdeniz Bölgemizden, gelmektedir. Akkuyu’ya kurulacak 4 nük­leer reaktör ise, yuvarlak yirmi milyar dolara, baliğ olmaktadır. Ağızdan yel alsın, Akkuyu’da vuku bulabilecek minik bir nükleer kaza dahi, Bölge turizmini, hem de uzun süre, silmeye, yeterden fazla sebeptir. Böyle bir durumda, Akkuyu’ya kurulmuş olacak nükleer santralleri, ay­rıca, gözden çıkarmak kaçınılmazdır. Yani, Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak, işten bile, değildir. Dimyat’tan getirilecek pi­rinç, işte ayrıca, heba olabilecektir..

Bu muhakemeyi, Rus Meslekdaşlarımız’a, 28 Temmuz 2011’de, yu­karıda andığım toplantımızda, dilim döndüğünce anlattım. Hatta santrali; oraya kursalar bile, gerçeğin er ya da geç idrak edilecek olması dolayı­sıyla, çalıştıramayacaklarını, böylesi bir gelişmenin ise büyük birskandal oluşturacağını düşündüğümü, anlattım. Yatırım, atıl kalacak, Akkuyu Dünya’nın en büyük ve gıcır gıcır nükleer müzesi olacak!”,dedim... Sözlerimi, bir Nasreddin Hoca fıkrasıyla bağladım... Malum, Hoca önü sıra, ağaçta, bindiği dalı kesen birini görmüş:

Oğlum, şaşırdın mı sen, kesme şu dalı, düşeceksin!, demiş.

Bakmış dinletemiyor; yürümüş, gitmiş... Bindiği dalı kesen delikanlı, kısa süre sonra, paldır küldür, düşmesiyle beraber, haliyle, çanağı çöm­leği, kırmış. Buna karşın, can havliyle yerinden fırlayıp, Hoca’ya yetiş­miş:

Hoca, benim düşeceğimi bildin, öleceğim günü de söyle!, demiş…

Rus Meslekdaşlar’a kıssadan hisse, dedim ki:

Hem bizim hem de sizin bindiğimiz, üstelik işte iki dalı birden kesiyorsu­nuz, ileride gelip bana, öleceğiniz günü sormayın!..

Gülüştük... Şu ki, encamında Rus Meslekdaşlarımız, dediklerime ikna oldular:

- Pekiyi, o zaman santrali nereye kurmamızı, önerirsiniz?, dediler.

Belirtmeyi isterim: Siyasî iradeye, elbette, saygım vardır. Yeter ki, o da, “başka türlü, gelecek” özleyenlerin iradelerine saygı duysun. 3 Aralık 1999’da, Enerji Zirvesi’nde, Ecevit Hükumeti’ne böyle demiştim. Şunu da ekle­miştim:

Bizden, “fetva” istemeyin. Karar siyasîdir ve sizindir. Sorumluluk da öyle!.. Nükleer enerji üretimi artık, kesinlikle “teknik bir zorunluluk” de­ğildir. Bu çerçevede, teknik adamlar eğer, “Kurmalısınz!” diyorlarsa, buna katiyen inanmayın, çünkü farkında olmasalar da, kendi siyasî tercih­lerini gündeme getiriyorlardır. “Kuralım!” demek de, “Kurmayalım!” de­mek de, siyaseten, “tercih” telaffuzudur. Her ikisi de, işte, neticede tercih­tir. Samimi iseler, saygıdeğerdirler. Size “Kurun!” ya da “Kurmayın!” demem... Diyemem... Kurarsanız, ne olur, kurmazsanız ne olur, bunu an­latabilirim... Karar ver­mişseniz, nerelere kurabileceğinizi söyleyebilirim. Ama şurası muhakkak ki, “bugünkü teknik gelişmeler” uzantısında, Akkuyu’ya, nükleer santral ku­ramazsınız!.. Böyle, çünkü, bugünkü koşullarda, burada tesis edile­cek bir nükleer santralin, turizmimize de, bu­radan yapılacak sebze ve meyve ürünlerimizin ihracatına da ciddi zararlar vereceğini, görmemek için, kör olmak gerekir. Bu yönde ayrıca, hala daha, doğru düzgün bir ça­lışma yapılmamış olmasını, yadırgıyor, ayıplıyorum.

Başbakan Ecevit’e, 1999’da, Enerji Zirvesi’nde, böyle dedimdi... Şunu önemle eklemeliyim ki, 2014 itibariyle, hala daha andığım doğrultularda tutarlı araştır­malar yapıldığını, keşke yanılsam, görmüyorum. Yapılmışsa açıklanmalı­dır. Açıklandığına, şahsen, rast gelmiş değilim.

Devam edeyim... İşaret ettiğim çerçevede, Rus Meslekdaşlar’ın, “Pekiyi öyleyese, santrali nereye kuralım?” sorularına, Sevgili Prof. Ahmet Ercan’la, geliştirdiğimiz sav doğrultusunda, şu yanıtı verdim:

Santrali “su” ile soğutmak yerine, “hava” ile soğutmak, bir parça daha pa­halıdır. Ama Akdeniz Suyu’nun sıcaklığı, zaten, yüksektir. Karadeniz Suyu’nun sıcaklığından, yaz kış, 10 derece, daha fazladır. Bu olgu, Sant­ral, Karadeniz Sahili’ne kurulsa, sağlanacak ısıl verimi, mertebe olarak, % 10’a yakın bir oranda düşürür. Vaktiyle Türkiye Elektrik Kurumu Akkuyu’ya, “orası deprem bölgesi”, “Trakya’ya Genelkurmay izin vermi­yor”, ayrıca “nükleere kesin ihtiyacımız” var, gibi, kıstaslar yüzün­den, çar naçar, gitmişti. Ama bugün artık, bu kıstasların hiç biri geçerli değildir. Onun için Akkuyu’da, santral, zaten, hani bir parça nükteyle söyleyeyim, “hamam suyu” ile soğutulacaktır. Santrali hava ile soğutma­nın ise Dünya’da da, Türkiye’de de, örnekleri vardır; o bakımdan, Yoz­gat, Beypa­zarı, Gaziantep gibi, hem deprem açısından sakin, hem de, santral ku­rulsa, çevreye etkisi, Akkuyu’da olacağı kadar olmayacak, mevkilere, gi­debilirsiniz,dedim.    

Korkarım, siyaset böyle bir seçeneğe fırsat vermedi.

Onun üzerine, Rus Meslekdaşlar’a, dediklerimi, 28 Ekim 2013’de, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’na, sorumluluk telakki ediyor olarak, son bir uyarı niteliğinde, yazdım.

Mektup aşağıda...

                            28 Ekim 2013

Sayın Taner Yıldız
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı, Ankara

Değerli Taner:

Demokratik kitle örgütlerinin ricasıyla; Akkuyu nükleer projesine dönük olarak hazırlanmış bulunan ÇED Raporu'na ilişkin görüşlerimi, kamuo­yuna duyurmadan önce, dikkatine taşımayı, özellikle, devlet göreneğin­den gelen bir hoca olarak, sorumluluk gereği, telakki ettim.

Görüşlerimi, iletiyorum. Değerli Arkadaşım Prof. Ahmet Ercan'ın, deprem odaklı görüşleri, "yazıma ilave bir rapor" olarak, dikkate sunulu­yor...

İTÜ'den öğrencimiz olmanla, iftihar ediyoruz. O ara, gerek Ahmet Hocan, gerekse ben, İTÜ'de, akademik merdivenin, en üst basamağında, hizmet veriyorduk... Anlayacağın, şimdi, emeklilik evresinde hocalarız... Gerçek bu!.. Fark etmiyor; sorumluluk duyuyor, Şahsın'da, Hükümet'i bir kez daha uyarıyoruz... Yapılan iş, Akdeniz'in göbeğine, hele bugünkü teknolojik şartlarda, ne zaman patlayacağı belli olmayan, saatli bir bomba yerleştirmekle, eşdeğerdir.

Halisâne kanaatimiz budur.  Ayrıntılı yazılarımızı, Bakanlığın dikkatle çalışmasını, salık veririz...

Bilmez miyim, üst düzey, bilhassa da uluslararası siyaset boyutunda, hangi, kolaydan aşılmaz denklemler, yürürlükte!..

Yine de, tarihe karşı sorumluluk, sizin omuzlarınızda... Biz, sizi, bütün içtenliğimiz ve vukufiyetimizle, uyarıyoruz...

İyi bayramlar diliyor, gözlerinden öpüyorum...

                                                                              Tolga Yarman, Prof. Dr.

(Bakan Taner’e yukarıda yolladığımı işaret ettiğim ÇED Raporu’na Dair Görüşlerim’e, Kitabın son kısmında, yer veriyorum.)

**

Bu arada, Akkuyu’ya 1976’da, bugünün resmettiği koşullarda, artık muteber sayılamayacak olan ölçütler çerçevesinde verilmiş bulunan, yer lisansı, gayet haklı itirazlar uzantısında, tekrar gündeme getirilip, yeni­lenmek gerekti. 1999’da, Enerji Zirvesi’nde, Başbakan Ecevit’e bu ko­nuda şöyle demiştim:

Kanunî Sultan Süleyman zamanında, Taksim Meydanı’na teknik ola­rak ayrıca gayet göğüs kabartıcı bir çalışma yapılmış olunarak, bir “hamam kurma ruhsatı“ verilmiş olabilir. Ama, bugün, o ruh­satla, Taksim’de, hele şimdi Cumhuriyet Abidesi’nin olduğu mev­kiye bir hamam kurulabileceği iddiasını ileriye sürmek, abestir.

Böyle bir çerçevede, Akkuyu yer lisansı çalışmaları, nihayet tekrar ele alındı. Ve Akkuyu Yer Lisansı 2014 başında, tazelendi.

Ne var ki, bu konuda, bu kitapta dikkate getirdiğim, yukarıda da bir parça özetlediğim kıstasları karşılayabilecek doyumlu bir çalışma yapıl­dığı kanaatini, taşımıyorum. Tersine (siyasete, teknik gereklerin şekil vermesi gerekirken), tekniğe, siyaset dayatması, şekil verdi, hissin­deyim...

Okur, kaygılarımın bir özetini, Kitabın sonunda, ÇED Raporu’na dö­nük olarak yazdığım, Ekim 2013 tarihli Eleştiri Yazım’da, bulabilir. 

Bir, ara dönemdeyiz...

Hükümet, değişti... (Cumhurbaşkanlığı Seçimleri yeni yapıldı... 2015’te olarak planlanan Genel Seçimler kapıda...)

Yani, bir başka dönemeçteyiz.

Bana sorarsanız, Akkuyu’ya, nükleer santral, tesis edilemeyecek... Edilse, birçok yerde, keza yukarıda da, söyledim, çalıştırılamayacak; müze olmaya sıkışacak!..

İçinde olduğumuz, puslu olmakla beraber, yeni sayılacak evrede, ki­tabı tekrardan baskıya hazırlamanın, yerinde olacağını düşündük.

Bu baskıya, bir defa, İkinci Baskı’dan sonra, meydana gelen Fu­kuşima Kazası (2011) ile ilgili, kısacık olsun, bir bölüm ilave ediyorum. Ayrıca, yukarıda işaret edilmiş olduğu şekliyle, ÇED (Çevre Etki De­ğerlendirmesi) Raporu’na dönük görüşlerimi, bu arada, Atina’da, Ro­dos’ta ve İstanbul’da gerçekleşen çeşitli uluslararası konferanslarda çağ­rılı olarak yaptığım konuşmalarda bana yol gösteren İngilizce sunum metnini, ekliyorum. Böylelikle Türkçe okuyamayan okur için, kitabın omurgası, İngilizce olarak özetlenmiş oluyor. (Bahsettiğim konferanslara ilişkin, yer ve tarih ayrıntıları, Kitabın son kısmında, belirtiliyor.) Kita­bın, baş tarafına, aynı bağlamda, buradaki savın, özetini içeren, kısacık, bir İngilizce özet ekliyorum...

Dikkatleri Akkuyu’dan uzaklaştırdığımı, takdirle, ama, alternatifin öncelikle Sinop olduğunu ürpererek düşünen, bilhassa Sinoplu Okurlar’a, bir müjdem var... Vukufiyetle söylediğime güvenebilirsiniz... “Bugünkü koşullarda, Akkuyu’ya nükleer santral, kuramazsınız!“, dediğim zaman, Kitabın son kısmında okuyabileceğiniz, Çevre Etki Değerlendirmesi Ra­poru’na Dair Görüşlerim’den (Kasım 2013) anlaşılacağı üzere,temelde (Akkuyu’ya dönük pek çok öteki kaygım saklı olarak), yalnızca Akkuyu’yu değil, bilhassa “bugünkü nükleer teknolojiyi”,hedef alıyorum.  Dolayısıyla, ha Akkuyu ha Sinop, ha başka bir yer, özellikle fahiş derecede artmış duran kaza olasılığı itibariyle, fark etmiyor; siyasî iradeye saygılı olsak da, bu­günkü nükleer teknolojiden uzak durmak gerekiyor... Gelişen kuvvvetli teknik hissim, budur. Bugünkü teknoloji itibariyle, yaşanan üç büyük kaza uzantısında (TMI / 1979, Çerboil / 1986, Fukuşima / 2011), her biri Keban Barajımız’ın gücünde, 100 nükleer reaktörden, bunların ömrü boyunca (yuvarlak 40 yıl), en az biri ve akla hiç gelmeyen sebeplerden dolayı, felaket doğurabiliyor olarak, elden kaçabiliyor. Dolayısıyla, kaza riski, yuvarlak %1’dir ve bizlerin öğrenci olduğumuz yıllarda (1960’ların sonu, 1970’lern başı) hesaplanandan, 1000 değilse, asgarî 100 kat daha yükseğe tırmanmış bulunmaktadır. Başbakan olsam, böylesi yüksek bir riski, hiç bir biçimde göze alamazdım. Bunun altını önemle çiziyorum. 

Hani bir sirk düşünün... Sirkin, 30 – 40 yıllık ömrü boyunca, gösteri için eğitilmiş her yüz aslandan en az biri, kızınca, eli kamçılı aslan terbiyecisini yiyor, hatta demir kafesi kırıp, seyircileri, giderek, sirkin dışındaki insanlara kadar dahi uzanabilip, onları da yiyebiliyor.

Haa, nükleer teknoloji değişir, gelişir; öyle olursa, kanaatler de, deği­şir.

Önemle belirtmek isterim ki (ayrıca, çok defa belirttim, bu kitapta da karşınıza gelecektir), nükleer enerji üretimine, hiç karşı olmadım.Olabilirdim, ama değilim. Nükleer enerji beni büyüler... Ayrıca hayati­yetimizin kaynağıdır. Yıldızlar, hafif atom çekirdeklerinin kaynaşması(füzyon) sonucu olarak, yani ortaya bu suretle çıkan nükleer enerjiyle, var olurlar, hayat sürdürürler. Yani, nükleer enerji olmasa, Güneşimiz olmazdı... Biz hiç olmazdık!..

Nükleer enerji üretimine, bunun iyileştirilmesine, evet, hiç karşı ol­madım... Ama, nükleer maceraperestlere, karşı oldum... Arabesk nük­leer takılanlara, nükleer holiganlara, kendilerinin özgün düşüncesi olma­dığı halde, kökten nükleerci çığırtkanlık yapanlara, bilhassa, Çernobil nükleer reaktör kazasını, neredeyse hiç olmamış gibi göstermeye yelte­nen “nükleer yobazlara”, çok karşı oldum...  

O bakımdan, burada dikkate getirdiğim, her bir ifadenin, nasıl görü­lürse, görülsün; içtenlikle ve vukufiyetle, telaffuz edildiğine, bilhassa, dikkat edilmesini dilerim.

Bu baskıdan önce işaret edeceğim en temel husus şudur ki, daha 1995’te, bu Kitabın ilk baskısında dikkate getirmiş olduğum çerçevede, bugünkü nükleer teknoloji zemininde, kaza riski, başlangıçta hesap ettiği­mizden, çok daha fazladır. O ara, Three Mile (1979) ve Çernobil (1986) kazaları vukua gelmişti. Fukuşima Kazası (2011), ise, henüz vukua gel­memişti.

Encamında pekişen istatistikî veriler, gün ışığına çıktıkça, kaza riski­nin, başlangıçta zannettiğimizden, o da iyice aşağı çekilerek, yuvarlak 100 kat daha yüksek bir seviyeye tırmanmış olduğu, olgusuyla, yüz yüze gelmiş bulunuyoruz.

Nükleer karar,Kitabın özünde anlatılmaya çalışıldığı gibi, kamuoyu­nun ve onun adına karar veren siyasî iradenindir, evet, ama, verilecek her karar, dikkate getirdiğim, fahiş derecede yükselmiş, risk olgusunu göz önüne alma, sorumluluğundadır.

**

Kitabın, Birinci Baskısı’nı 1995’te yapmışız. O vakit, Önsözü’nü, Bi­ricik Prof. Vural Altın yazmıştı. 2 Mart 2002’de, O’nu maateessüf, kay­bettik. Canım Vuralcim, nur içinde yatsın!..

Rahmetli Peder:

Ben ölüme inanmam, mekân değiştirmeye inanırım,derdi.

Ben de öyle düşünürüm. Sevgili Vural bizimle beraber; yaşıyor...

**

Kitabın Üçüncü Baskısı’nın önünü açan, Yayın Kurulumuz’a, başta da T.C. Okan Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Sevgili Bekir Okan’a, Rektör Sevgili Şule Kut’a, Kurucu Rektör Sevgili Sadık Kırbaş’a, Rektör Yardımcılarımız Enar Tunç ve Alinur Büyükaksoy’a, o arada Kütüphane Yetkilimiz Kenan Öztop’a, keza Yayıncımız Erdem Sivas’a, gönül do­lusu teşekkürler ediyorum.

Tolga Yarman,

Eylül 2014, Vaniköy

You have no rights to post comments